04 Temmuz 2007

Duygusallıktan Rasyonelliğe

Yaşadıklarımızın hepsi sosyal birer uyarıcı... Bu uyaranlara top yekun aynı tepkiyi vermeyiz hiçbir zaman. Kimimiz daha çok kızarız, kimimiz daha sakinizdir... Kimimiz daha toleranslıyızdır kimimiz daha katı...

Neden aynı olaya farklı gözlüklerle bakarız?

Yaşadıklarımızın hepsi sosyal birer uyarıcı... Bu uyaranlara top yekun aynı tepkiyi vermeyiz hiçbir zaman. Kimimiz daha çok kızarız, kimimiz daha sakinizdir... Kimimiz daha toleranslıyızdır kimimiz daha katı...

Bu farklılığın arkasında acaba sadece zihni altyapımızdaki ideolojik kalıplar mı rol oynar yoksa algılama farklılıklarını yaratan başka sebepler var mıdır?

Algılama, beyin fonksiyonlarımızın çalışması sonucu ortaya çıkar. Örneğin, şeklini görmesek bile, ağaç deyince hepimizin aklına aşağı yukarı aynı şekil gelir. Bir deney yapmak için, bazı denekleri alsak, hiçbir resim/şekil göstermeden ‘bir masa’ tarif etmelerini istesek, aynı sonuçlarla karşılaşırız.

Sosyal olaylarda, uyarıcılarda da durum üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Öyleyse bizi farklı kılan kişilerin farklı algılaması olmasa gerek. Algılamadan çok ‘anlama’ yaratmaktadır fikir ayrılıklarını ve kavrayış farklılıklarını.

Anlamadan kaynaklanan farklılıkların toplumdan topluma değişmesi bize öncelikle ‘kültürün’ önemine işaret eder. Dolayısı ile kültürü oluşturan ve kültüre tesir eden her faktör anlamayı da değiştirmektedir.

Eğer gruplandırma yapmak gerekir, dünyayı batı ve doğu toplumları diye kabaca ikiye ayırırsak; batı her faaliyetini ve düşüncesini ‘akli’ diyerek özetleyebileceğimiz bir çeşit sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yorumlar. Doğu toplumlarında ise (genelleme yaparsak) mekan ve zaman kozmik boyutlar içerisinde, rasyonalitenin kuralları ile kavranmaz. Metafizik, fiziğin yerini alır.

Anlama farklılıkları bir toplumdan diğerine (kültür üzerinden) ayrışmalar gösterirken, aynı durum örnek olarak alınacak bir toplumun kendi içerisinde de gözlenir. Netice, hiçbir toplum homojen olmadığı için, bireylerin veya toplumun içerisindeki grupların algı-anlama seviyeleri farklı farklı olacaktır.

Eğer örnek olarak tek bir ülke, tek bir toplum ele alınacak olursa, jenerasyon (yaş farklılıkları), meslek (çalışılan sektör), cinsiyet farklılıkları, coğrafya ve özellikle etnoloji algılama-anlama farklılıklarını yaratan sebepler olarak ortaya çıkar.

İşte bu nokta, neden tek gerçeğin olamayacağını, sosyal olaylarda birden çok doğrunun olması gerektiğini ortaya çıkarır. Madem, algı-anlama bize gerçeği gösterir, madem tek bir algı seviyesi yoktur, bu takdirde tek bir gerçekte söz konusu değildir.

Bizim yaşadığımız kavram kargaşalarının da arkasında bu durum yatar. Bu çeşit çatışmalar (doğuya ait Türk toplumunda) batıya oranla daha çok gözlenir.

Ne kadar akli davranabilirsek, faaliyetlerimizi ne kadar çok sebep-sonuç ilişkisine dayandırır ve metafiziğin ‘duygusal tepkilerinden’ kararlarımızı arındırabilirsek, o denli yeknesaklaşmış gerçekle yüzleşiriz.

Gerçek ancak bu koşullar sağlandığında ‘kurumsallaşacaktır’. Aksi durumda (bilim ve tekniğin anlamadaki rolü artmadığında) olayların anlamı hiçbir zaman mutlak bir kimlik taşımayacak, gerçek denilen şey belli grupların iddiaları seviyesinde kalacaktır.

Bu tespitin yanı sıra, geçmiş hep şimdiki zamanın belirleyicisi olacaktır. Statik yapı, geçmişte yaşananların saklanmasını engelleyecek, geçmişten bugünü inşa edecek çerçeveler ortaya çıkaracaktır.

Bugün yaşanılan toz ve dumanın en önemli sebebi de budur. Tek ve mutlak gerçeğe, aynileşmiş algılama seviyesine ulaşmamızı engelleyen doğululuğun duygusal tepkimeleridir. Rasyonalite mağlup olmuştur, duygusal tepkiler ön plandadır, anlamaya dayanan kararlar anlık ve yanıltıcıdır.

O zaman, rasyoneliteyi gömüldüğü yerden çıkarmak olmalı birinci görevimiz. Çünkü öfkenin zarara yol açması, öncelikle irrasyonelitenin yanıltıcı kararlarından kaynaklanır.

Zaman sakin olmak ve rasyonel davranmak zamanıdır...