22 Ekim 2007

Terörün Gerçek Amacı

Terör uzmanları terörün hizmet ettiği amaç ve ulaşmaya çalıştığı yığınla farklı hedef ortaya koyarlar.

Terörün hedefleri iki temel gruba ayrılabilir. Birinci grupta terörün kısa vadeli hedefleri vardır: PKK’nın bir araç olarak kullanılıp Türkiye’nin köşeye sıkıştırılması, Türkiye’nin K. Irak’taki Kürt devleti oluşumunu kabullenmesi, Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması vb.

PKK, bu kısa dönemli hedeflerde başarılı olamayacağını çok iyi bilmektedir. Bu hedefler başarısız olunacağı bilinerek tespit edilmiş ve uygulamaya konulmuş hedeflerdir.

İkinci grupta ise uzun dönemli hedefler vardır. Toplumsal psikolojinin ‘güven’ kaybı, bu güven erozyonu ile birlikte ‘bazı’ insanlarda/vatandaşlarda Türkiye’nin PKK ile mücadelede başarısız olacağına dair bir kanaat oluşturmak vardır. Esas ulaşılmaya çalışılan gaye budur.

Bu gayeye erişmek, toplumda bir yılgınlık meydana getirecek, üstelik bazı ayrılıkçılara ise tam tersine ‘güven’ aşılayacaktır.

Özellikle PKK terörünün zirve yaptığı 1990’lı yılların başları hatırlanırsa, içlerinde ‘iyi niyetli’ diyeceğimiz aydınlarında olduğu bazı kimseler, ‘ayrılsınlar bakalım nasıl yaşayacaklar’, ‘kendi ayakları üzerinde durabilecekler mi’, ‘Batı Anadolu Türk devleti daha problemsiz, daha güçlü olur’ benzeri düşünceleri dillendirmeye başlamışlardı.

Örnek olarak, iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bazı sivil soplum örgütleri hazırlattıkları raporlarda ‘federalizmden, Doğu ve Güney Doğu’ya kısmi muhtariyetten’ söz ediyorlardı (örnek olarak Doğu Ergil’in TOBB için hazırladığı ‘Doğu sorunu ve teşhisler’ isimli çalışması verilebilir).

Daha sonra PKK ile mücadelede alınan başarılı sonuçlar bu tür ‘çıkarımların’ son bulmasına yol açmış ve PKK’nın Türkiye’ye karşı yürüttüğü mücadelede başka metotlar ve başka kalemşorlar devreye sokulmuştu.

Kısa dönem- uzun dönem aslında birbirinden tamamen ayrılamayan iki kavram. Her uzun dönemin değişik kısa dönemlerden oluştuğu dikkate alındığında, PKK’nın kısa dönem taktik ve stratejilerinin de aslında uzun dönemli hedeflere hizmet ettiği görülebilir.

PKK’nın yenilenmiş uzun dönemli hedefi Türkiye Kürtleri ile K. Iraklı Kürtleri ‘organik’ bir ilişki içerisine sokmak, K. Irak’taki devlet oluşumuna destek olmaktır.

Uzun dönemde bağımsız devlet oluşumu ve bu oluşan devletle organik yapıda birleşme hedefinin gerçekleşmesi, başarısızlığı belli olan kısa dönem taktiklerin uygulanması ile mümkün olacaktır.

Hem PKK hem de bu hain örgütün arkasındaki ülkeler, silahlı mücadele ile Türkiye’den tek ‘çakıl taşı’ bile alamayacaklarını, yaptıkları mücadelenin başarısız olacağını bilmektedirler. Ulaşılmaya çalışılan sonuç ‘toplumsal psikolojinin yıpratılması, Türkiye içerisinden temin edilmiş destekçilerinin de yardımıyla, Doğu Anadolu-K.Irak birliği’ fikrinin kabul ettirilmesidir.

Gizli oyun: Türk – Kürt düşmanlığı yaratmak

Dolayısı ile PKK’nın oynadığı oyun, kalabalıklar psikolojisi ile ilgilidir. Tunceli’de karakola atılan bombanın da, Ahmet Kaya tişörtü ile sokakta dolaşan gençlerin davranışlarının da arkasında, kalabalıklarla oynanan oyun vardır.

Topluluk ruhunu tahrikle, şimdiye kadar başaramadıkları bir gayeye ulaşmaya çalışılmaktadır. Tüm kışkırtmalara karşın Türkler ve Kürtler tüm tarih boyunca olduğu gibi yine ‘kardeş’ olarak yaşamakta ve birbirlerini öyle görmektedirler. Bu kardeşlik sonucu, Türkiye’nin hiçbir yerinde (şehit cenazelerinden sonra bile) Kürtlere kaşı bir tepki gelişmemiştir.

Aksine kalabalıkların tepkisi direk PKK’ya ve onların destekçilerine olmuştur.

Öyleyse yapılacak şey basittir. Sahipsiz ve başsız kalabalıkları provoke etmek, iki kardeş milletin arasına nifak tohumları ekmektir. Aralarında zihni birlik, bütünlük ve ortak özellikler barındırmayacak şekilde bir araya gelen insanlar kışkırtılmalı, iki toplum birbirine düşman hale getirilmelidir.

Kuru kalabalık olarakta ifade edilecek bu tür insan kümelerinin ‘örgütlü kalabalıklardan’ çok önemli bir farkı vardır. Örgütlü kalabalıklarda bir liderlik yapısı söz konusudur. Hareket ve davranışlar bir merkezden yürütülür ve yönetilir. Oysa reaksiyoner olarak doğan kuru kalabalıklar lidersizdir ve manipülasyonlara açıktır.

Gelen her şehit cenazesinde ‘kardeş kavgasının’ başlayacağı umudunu taşıyan ve hüsrana uğrayan kanlı örgütün yeni aracı, her iki toplumun içerisinden çıkmış insanların, birlikte yaşanamayacağı tezini, sanki toplumun zihnine kazırcasına tekrar etmeleridir. Her iki taraftan bu fikre hizmet edenlerin isimlerini vermeye bile gerek olduğunu sanmıyorum, netice hemen her gün bir şekilde farklı ortamlarda karşımıza çıkmaktadırlar.

Daha detaya inersek; oynanan oyunun muhataplarından Kürt vatandaşlarımıza, onların ayrı olduğu, Türkiye’nin itilmiş ve terkedilmiş insanları olduğu yalanı tekrar edilmekte, Kürt vatandaşlarımız PKK sorununun ekonomik olduğu yalanı ile kandırılmaktadır. Aynı şekilde Türk vatandaşların beyninde, her gün sabahtan akşama değin, Kürtlerin düşmanlığı ile ilgili bir imaj oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Ne yapalım?

Peki, ne yapmak gerekir derseniz, her şeyden önce ümitsiz olmamak gerekiyor. Daha öncede Türk-Kürt düşmanlığının tohumlarını ekmeye çalışanlar olmuş, kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşlerdi.

Yapılacak en önemli şeyin farkındalık olduğunu düşünüyorum. Bir şekilde PKK terörü bertaraf edilecektir. Değil onlarca gerekirse binlerce şehit pahasına Misak-ı Milli savunulacak, ‘toprak denilen’ şeyin aslında vatan olduğu dost düşmana gösterilecektir.

Önemli olan ‘güven, kendine güven ‘ duygusunun kaybedilmemesidir.

Bu yaşadığımız durumdan bin beter bir halde iken M. Akif Ersoy’un yazdığı İstiklal Marşının ilk satırında olduğu gibi ‘Korkmaya gerek yoktur, bu şafaklardaki ay yıldız sönmeyecektir!’ bunu bilelim yeter.

Sadece biz mi, aslında bu gerçeği başkalarının da bilmesi gerekiyor. Türkçe söyleyince belki anlaşılmıyor diye, Barzani gibi düşünüp, Barzani gibi yaşamaya çalışanlara İstiklal Marşının ilk iki kıtasını birde Kürtçe söyleyelim derim…

***

Netırsın Tıştık bıme nabe

Devletame Jıbe tıştık pe nabe

Ev sıtırka milletımıne ve hebe

Ev ameye ancak ve amebı




Vecheğe tırş neke ez krban tebım

Milletımıni ğurt kesne kare tışteki pebıkı

Güname lıte ne helalbı hegir tüğe vanibıkı

Hak aviyi ege hekiye bımeşini evji milletımıni


***



NOT: Bu yazı 06.06.2007 tarihinde Analiz isimli blogda yayınlanmıştır. O dönemde malesef 'edit' ekibinden gerekli ilgiyi görmeyen bu yazıyı sevgili 'dostların' isteği ile bu kez Stratejik Analiz'de, daha önce okuyanlardan özür dileyerek yayınlıyorum.

21 Ekim 2007

Başbakan çok üzgün...

Başbakan Üzüntülü…

Medyanın bir suçlu araması Başbakanı üzmüş… Üzülmüştür çünkü onunla aynı dili kullananlar şu an itibariyle sırra kadem basmış vaziyette…

Ne zaman bu tür hain saldırılar olsa, malum zevat, ‘mütareke basınının gülleri’ ortadan en azından ilk sıcak saatlerde kaybolur. Aradan bir süre vakit geçer, toplumun öfkesinin dindiği görülür, medyanın ‘milli takımı’ ortaya çıkar, bildik PKK ağzıyla konuşmaya başlar…

Ne Sarıkamış’ta donarak şehit olan Mehmetçikler kalır kullanmadıkları ne de K. Irak bataklığının korku filmi…

Peşmergelerin ‘ex-ante’ kahramanlık hikâyeleri, destanları dinleriz bu arkadaşlardan…

Başbakan merak etmesin, yarın bilemediniz ertesi günü, ‘mütarekeciler’ meydana çıkar, gündemde yine ‘referandum’ ve ‘yeşil liberalizmin’ nimetleri yer almaya başlar…

Başbakan korkmasın, kimse kendisinden geciken tezkereyi, sulandırılan PKK ile mücadeleyi, ‘dokunmayın PKK’ma yaklaşımının’ hesabını sormaz.

Hem ‘hafıza-i beşer nisyan ile maluldur’ hem de zaten göbeğinden dışarıya bağlananların korosu yine, pek yakında şakımaya başlar…

Bize de kala kala ‘misli ile mukabele’ beklentisi kalır…

Başbakan merak etmesin, dünürlere boş yere kurdurulmadı bu kanallar boşuna, ‘yıldız’ gazeteye ve diğer TMSF medyasına boşuna atanmadı o arkadaşlar… Bunlar yapıldı ki ‘24’ saat şakısın bu bülbüller…

Başbakan sadece fırsat buldukça kendisinin yanağına uzanan ve kendisinden makas alanları hatırlasın yeter…

Unutmasın kendisi ‘adil düzenin’ çocuğudur, yeter ki paylaşılan pastada ‘adaletsizlik’ olmasın, bazıları açıkta kalmasın. Yoksa kan uykularına kâbuslar karışır belli olmaz.

13 Ekim 2007

Fakirleştiren özgürlük

Fakirleştiren büyüme – fakirleştiren özgürlük

İktisatla haşır neşir olanların, büyüme teorilerine azda olsa bulaşanların bildikleri bir terim ‘fakirleştiren büyüme’… Büyürsünüz (daha çok üretirsiniz) ama dünyaya sattığınız ve diğer ülkeleden aldığınız malların değiş tokuşunda geçerli olan ticaret hadleri sizin aleyhinize gelişir, neticede ‘mutlak’ olarak kaybedersiniz, fakirleşirsiniz.

Benzeri bir terimi uluslararası politikada geliştirmek ve kullanmak mümkün…
Malum, 11 Eylül sonrası yeniden şekillenen dünya reel politiğinde, haksız ve adaletsiz işgaller için en çok uygulanan ifadeler ‘uluslararası terörle mücadele’ ve baskı altındaki ülkelerin ‘özgürleşirilmesi’dir.

İşte bu yazı fakirleştiren özgürlük üzerinedir, işgallerin aslında denildiği şekilde refah getirmediği, bahse konu ülkeler için yıkım olduğunu anlatmayı amaçlıyor…

Afganistan örneği…

11 Eylül ile birlikte başlayan savaş ve korku kültürü iklimi devam ediyor. ABD, Afganistan ve Irak’tan sonra İran, Venzüella ve Kuzey Kore’yi tehdit ediyor. Başka bir ifade ile insanlığa karşı işlenen suçlara yenileri eklenmek üzere…

Afganistan, Hazar enerji kaynaklarının alternatif hatlarından en önemlisi. Bu ülkeye karşı kalkışılan ‘özgürleştirme’ operasyonunun arkasında ‘saha temizleme’ amacı olduğu genel kabul gören bir varsayım.

Fakirleştiren büyümeyi anlamak için Afganisatan’a bakalım, işgal sonrasından bugüne ülkenin geldiği noktayı inceleyelim.

İşgalin Afganistan’da yaptığı yıkım

Afganistan, ABD’nin özgürlük ihracı politikasının ilk ayağı ve işgalden bu güne kadar geçen süre ‘fakirleştiren büyümenin’ faturasını açıkça ortaya koyuyor:

- Nüfusun yarısı işsiz ve yakın gelecekte istihdam ile ilgili olumlu bir beklenti yok.
- 2006 yılında (işgalden bu yana gerçekleşen en önemli büyüme oranına rağmen) nüfusun yarısı yıllık 200 $’dan daha az kazanıyor.
- Nüfusun dörtte biri açlık seviyesinde yaşıyor. Her yıl gıda yardımı yapılmadan hayatta kalması mümkün olmayan insanlara yeni onbinler ekleniyor.
- İşgalden bu yana sürekli düşen ortalama yaşam süresi (işgalden önce ortalama 56 yıl idi) 2006’da 44,5 yıla düşmüş durumda.
- 2006 sonunda, bebek ölüm oranı dünyada binde 161 ile en üst seviyede gerçekleşti.
- Bebeklerin beşte biri, 5 yaşından önce ölüyor.
- Her otuz dakikada bir Afganlı kadın doğum esnasında ölüyor.
- Sadece Kabil’de tahminlere göre 500.000 insanın evsiz olduğu, bunların evlerinin tamamına yakının savaş ve işgal döneminde yaşanan çatışma ve bombalamalarda yıkıldığı bir gerçek.
- Nüfusun sadece dörtte biri temiz ve sağlıklı suya erişebiliyor /kullanabiliyor.
- 6000 kişiye bir doktor, 2500 kişiye bir hemşire düşüyor.
- Her ay 100’den fazla sivil patlamamış mühimmatın verdiği hasarla ölüyor.
- Ülkede çocuklar ‘serbest pazarın’ gereği olarak, kaçırılıyor, köle olarak satılıyor, organ tacirlerine kurban gidiyor.
- Ülkede düzenli olarak nüfusun sadece %6’sı elektrik kullanabiliyor.
- Kadın okuma oranı %19 ve bu oran işgal öncesine göre hiçbir iyileşme göstermedi.
- Sadece Kabil’de (pek çoğu kadın olan) 250.000 dilenci olduğu tahmin ediliyor.
- Uluslararası medyaya yansıyan resimlerin tam aksine eğitimin durumu içler acısı. İşgal döneminde yanan okullar hala kapalı. Açık olan okullarda, 2006 yılında, öğretmenlerin işgalci askerler tarafından öğrencilerin gözü önünde dövüldüğü 426 vaka kayıtlara geçmiş durumda.
- Sağlık, eğitim ve diğer kamu hizmetlei çökmüş durumda. İyileşme lafları propaganda seviyesinden öteye geçmemiş.
- Irak’ta olduğu gibi, işgal kuvvetleri, işkence, kötü muamale, sınırsız süreli gözaltı vb insanlık dışı uygulamalara devam ediyorlar.
- Askeri işgalin işbaşına getirdiği devlet başkanı Karzai tam bir kukla ve kurulduğu söylenen demokrasi ise bir fantezi. Kurulduğu söylenen sistem, ABD’nin ülkede daha rahat etmesini sağlayacak şekilde inşa edilmiş.
- Kanun dışılık sadece işal kuvvetlerince uygulanmıyor. Afgan asker ve polisleri, çeteleşen eski askerler tam bir kargaşa ortamı doğmasına yol açıyor. ABD’nin ‘güya’ kurduğu ‘özgür Afganistan’ hala, aslının şeriat olduğu söylenen bir çeşit ‘baskıcı’ sistemle yönetiliyor, (belki ABD’nin de istediği şekilde) yeniden oluşturulan adli sisteme inat gayri resmi ‘kadılık sistemi’ hala geçerli.

Buraya kadar anlatılanlar kısmi bir resim, özgürleşen, zorla özgürleştirilen bir ülkenin düştüğü halin resmi… Görünürde özgürleşen bir ülkenin, görünmezde jeo-politiğinin mahkûm ettiği bir ülkenin işgal sonrası düştüğü durum…

Fakirleştiren özgürlük bu…

09 Ekim 2007

Merve Soruyor...

Kanları yerde kalmayacak öyle mi?

Bir avuç çapulcuya gereken dersi vereceksiniz öyle mi?

Bırakın artık bu safsataları… Bırakalım bu safsataları…

Şehitlerin de, gözü yaşlı yakınlarının da yaralarına tuz dökmekten beter bu sözler… PKK’nın kurşunlarından daha beter…

Konuşmak, lüzumsuz laf üretmek ve düşmanı kendimize güldürmekten başka yapılacaklar var. Öncelikle, dün, kahpelerin kahpe mayınlarıyla şehit olan babasını son yolculuğuna uğurlayan Merve’nin gözyaşlarını dindirin. Öncelikle Merve’nin ‘ne istediniz babamdan’ sorusuna cevap verin.

Kimse kaçmasın, kimse yere bakmasın. Bu sorunun muhatabı ne sadece PKK ve onun TBMM çatısı altındaki kalleş uzantılarıdır ne de bu hainlere kucak açan K. Iraklı aşiretlerdir.

Bu sorunun muhatabı aynı zamanda, Merve’nin babasını şehit eden saldırının arkasında ‘bilerek veya bilmeyerek’ duran, destek sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Artık sağır sultan bile biliyor ki, bu hainlerin sığındıkları aşiretleri siz besliyorsunuz. K. Irak’ı siz imar ediyor, elekriğinden suyuna kadar siz temin ediyorsunuz.

Habur’da bizden aldıkları gümrük vergileri ile haraçlarla besleniyor bu hainler…

Daha acısı, daha çok acıtanı, teröriste lojistik desteği sağlayan da biziz.

Kalleşlerin Mahmur’dan sınırımıza yürüyerek gelmediğini, araçlarla intikal ettiklerini bilmeyen var mı içimizde? Peki, o araçların yakıtı, benzini-mazotu kimin malı, hangi ülkenin rafinerilerinde üretiliyor sanıyorsunuz?

Bugün gelinen nokta ‘birilerinin’ eseri, önce bunu kabul edelim ve soralım: hadi ‘siyasi nedenlerle’ seçim öncesi karar alamadığınız ve engellediğiniz sınır ötesi operasyona ‘ABD istemiyor’ kılıfını buldunuz, peki K. Irak’a (dolayısı ile PKK’ya) ambargo için neden beklediniz, neden beklersiniz?

Sizin sağladığınız yakıt ile Türkiye sınırına mobilize olan, sizin lojistik destek verdiğiniz hainlerin kıydığı canlar yüreğinizi yakmıyor mu gerçekten?

Seçimse kazandınız, Cumhurbaşkanı ise seçtirdiniz… Ne kaldı geriye, hangi ikbal endişesidir sizin elinizi kolunuzu bağlayan?

Nedir sahi Merve’nin sorusunun cevabı?

Neden kıydınız babasına yavrucağın, değdi mi?

04 Temmuz 2007

Kürdistan Matruşkası

Kürdistan fikrine alışmak kolay mı sorusu şu an Türkiye’de en sık sorulan sorulardan birisi. Ben bu soruyu ‘Kürdistan fikrine alışmak gerekli mi’ diye revize edeceğim. Bu yazı bu soruya cevap arıyor…

Bu soruya cevap ararken yazdıklarım tamamen beni bağlar. Burada yer alan bilgiler Kuzey Irak ve Irak ile ilgili şahsi gözlemlerim ve Irak konusunda çalışan bazı Amerikalı ve İngiliz gazeteci ve raportör dostlarımın sağladığı bilgilerden oluşmaktadır.

Kuzey Irak’ı bilen bilir. Orada fiili bir devletin oluştuğunu inkâr etmek mümkün değil. Ancak devekuşu misali düşünürsek, evet o bölgede oluşmuş bir devlet yoktur ve Kuzey Irak, Irak’ın bölünmez bir parçasıdır.

Fakat alışamasak bile gerçekte orada bir devlet var, adı Kürdistan. De facto bu durum maalesef…

Habur’dan Irak’a giriş yaptığınızda sizi ‘welcome to Kürdistan’ tabelaları karşılar. Henüz Türkiye pasaportuna vize uygulayıp, kendi mühürlerini basacak cesaretleri olmasa da, Kürdistan damgası taşıyan bir kâğıt parçası sadece Kuzey’de değil tüm Irak’ta size eşlik etmek zorunda.

Kuzeyde gezerken, seyahat ederken yollarda gördüğünüz silahlı şahıslar giyimleri, kuşamları ile Musul ve güneyindeki bölgelerde karşılaşacağınız Irak Polisi ve Askeri Kuvvetlerinden farklıdır. Silahlı peşmergeler hızlı bir şekilde düzenli ordu haline gelmekte, Kuzey Irak’ın silahlı kuvvetlerini oluşturmakta.

Zaho’da, Dohuk’ta veya Selahaddin kentlerinde pek anlamasakta, özellikle KDP’nin merkezi Erbil’de ve YDP’nin merkezi Süleymaniye’de, aslında Irak’tan farklı bir ülkede olduğunu çok kolay anlarsınız. Parlamento binası, Gümrük Teşkilatı, Adliye ve noter müessesesi, Merkez Bankası, Polis, Posta Hizmetleri Teşkilatı ile işleyen bir devlet.

Kürtler 1. Körfez Savaşı sonrası oluşturulan bu coğrafi bölgeden aşağıya, Musul’un güneyine inmekte zorlanır, Araplar ise Kuzey Irak’a girmekte.

Çok iyi bir gözlemci olmasanız bile, bu bölgede oluşan yapının, federal bir ülkenin bölgesi olmaktan çok öte, hatta özerklik sınırlarını bile çoktan aşmış devletleşmiş olduğunu fark edersiniz. Biz ne dersek diyelim… En azından şu aşamada, en azından bu şekilde…

Bu yapının oluşmasında Türkiye’nin tarihi hatalarından, özellikle 1. Körfez savaşı sonrası, çekiç güç dönemindeki hatalarından bahsetmeyeceğim, hepimizin malumu. Elan önemli olan bu oluşum karşımızda iken ne yapmamız gerektiği, bu konunun analizi.

Kürt bölgesini oluşturan coğrafya iki ayrı grubun egemenliği altında. Tarihte birbirleriyle kanlı bıçaklı olan, hatta silahlı mücadeleleri 1978–1980 döneminde zaman zaman Türkiye sınırlarında sirayet eden Barzani ve Talabani şu an için bir ittifak oluşturmuş durumda. Geçici bir ittifak (ki bu konuda da Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı, bu stratejik hatanın bugün kimse tarafından telaffuz edilmediğini unutmayalım)…

Amerikan varlığı ve bölgenin güneyinde yer alan Sünni Arapların, Kürtler için besledikleri kin, hatta bölgeye komşu Suriye, İran ve Türkiye’nin kendileri ile ilgili düşünceleri bu iki grubu zoraki bir ittifaka zorluyor.

Ortalık süt liman olsa, bu grupların yarım kalmış hesapları için, yeni bir egemenlik mücadelesi için tekrar savaşa tutuşabileceği bir beklenti.

En önemlisi, bölgede, Irak’ın yeni Petrol Kanunu ile birlikte oluşan müthiş bir rant söz konusu. Mevcut rant kaynakları (gümrük gelirleri, sigara ve uyuşturucu kaçakçılığından gelen kara para, diğer kara para aklama operasyonları ve ihaleler) Barzani ve Talabani grupları arasında bölüşülüyor. Merkezi Irak Hükümeti içerisinde Kürtlere tahsis edilmiş olan bakanlıklar yine bu iki grup arasında bölüşülmüş. Her iki grubun Bağdat temsilcileri şu anda politik meselelerden çok partilerinin ve kendilerinin ihalelerden alacakları yüzdeleri takip etmekle meşgul. Bu noktada Talabani’nin hakkını yemeyelim. Rant faaliyetleri Barzani ailesi ve partisine göre daha edepli gidiyor.

Yeni devlet oluşumu ile birlikte söz konusu olacak olan yeni rant kaynakları bu ittifakı nasıl etkiler hep beraber yaşayıp göreceğiz. Rant bölüşümünden de önemlisi bu iki grup arasında oluşan son ateşkes öncesi Talabani’nin daralan nüfuz sahasına ilerde nasıl tepki vereceği bir muamma.

Bu noktaya kadar çizilen tablo, pek çoğumuzu karamsar yapmış olabilir. Fakat görünürün ötesine geçmek gerekli. Burada bir devlet oluşumu var, doğru. Fakat gidenler bilir, Hollywood stüdyolarında Western tarzı filmlerde gördüğümüz şehirler aslında ‘vardır da yoktur’ türündendir ya hani. Duvarların arkası boştur ya hani.

Bu oluşan devletçikte aynen böyle. Kartondan devlet. Anlı şanlı isimler verilen devlet binalarının kartondan kaleler olduğunu anlamak zor değil. İşlemeyen mekanizma sadece burada ABD’nin yaptığı hatalardan kaynaklanmıyor. Devlet geleneğinin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Tarihte devletleşememiş insanların, aşiretlerin toplandığı bölge için verilecek isim belki ‘zoraki devlet’ olabilir.

Amerikan varlığı buranın ahalisinde, halkta büyük bir memnuniyet gösterse de, sıradan vatandaşın tek derdi güvenlik. Araplara karşı güvende olmak…

Kürt milliyetçiliği pompalansa da bu sadece parti kademelerinde hâkim. Halk arasında Arap düşmanlığı birleştirici bir unsur ama sorsanız çoğunluk kendini önce Müslüman diye tanımlıyor, sonra aşiretinin ismini söylüyor. Yani bakmayın bölgeye ayak basmadan, Türkiye’den sallayanların çizdiği tabloya.

En önemlisi anlatmaya çalıştığım yapının çürüklüğü. Ne Barzani ne de Talabani çok idealist değiller. Eğer Molla Mustafa Barzani mezarından kalkıp gelse, olanı biteni görse ilk işi oğlunu partisinden atmak olurdu.

Bölgede daha çok Barzani’nin sözünün geçtiği bir gerçek. Türkiye ile ilgili hedefleri olan da Barzani, TBMM’ne kadar el uzatan da o. Talabani daha soğukkanlı durmayı becerebiliyor.

Çürük yapıdan bahsetmişken, Barzani ailesi (aşireti) yediden yetmişe rant paylaşımın içinde. KDP bir partiden çok çete görünümünde. Bölgenin sözüm ona Başbakanı olan Neçirvan Barzaniden, parti Genel Sekreteri Fadıl Mirani’ye kadar, Bağdat temsilcileri Mehmet Eminden Mesut Barzani’ye kadar hepsi bu çürümüşlüğün içerisinde.

Pentagon kaynakları, ailenin ihaleler yolsuzlukları, kaçakçılık faaliyetlerine kadar her şeyin farkında. Fakat ABD her muz cumhuriyetinde olduğu gibi, Kuzey Irak’ta da iktidarı böylesi bir çürük yapıya teslim etmekten memnun. Her muz devletçiğinde olduğu gibi elitleşmiş bir grup çete oluşturup yönetimi sürdürüyor. Tabi ABD’nin varlığı ile.

Kuzey Irak’ta demokrasi ve demokratikleşmek mümkün mü? Hayır. Ama eğer böyle bir değişim olsa halkın ilk tasfiye edecekleri bu aşiret ağaları olurdu.

Dolayısı ile bu oluşum, bu de facto devlet bu çeteleşmeye bağlı.

İlk etapta bir devlet ortada. Ama bu devletin matruşça bir devlet olduğunu unutmamak gerekli. Matruşkanın dışı Kürdistan. İlk açtığınızda karşınıza bu devlet görüntüsü yerine bukez çeteleşme çıkıyor.

Matruşkayı tekrar açarsanız bu kez karşınızda ABD’yi buluyorsunuz.

Belki ABD’ye ulaşınca en son ‘bebeğe’ ulaştığınızı düşünebilirsiniz, fakat yanılırsınız. Matruşkanın içinde, en içinde asıl aktör yer alıyor. Merak ediyorsunuzdur. Ama biraz zahmete girip lütfen bu asıl aktörü siz bulun. Benim yapabileceğim size bir ipucu vermek olur.

Düşünün, ölen 600 bin Iraklı, yakılan yıkılan bir ülke, o ülkenin kültürel mirasından bölgede en çok kim karlı çıktı? Yüzölçümü küçük ama dünya sahnesinde nüfuzu büyük bu ‘son bebek’ kim?

Eğer hala bulamadıysanız size son bir ipucu daha vereceğim. Mesut Barzani’nin annesi (yani Molla Mustafa’nın eşi) hangi aşiretten? Türkiye’de de bir kolu mevcut olan bu aşiretin Kuzey Irak’taki uzantısı hangi dini inanışı taşıyor ve bu dine mensup olan bölge ülkesi kim?

İran'a Yaptırım Uygulanabilir mi?

İran'ın nükleer programına karşı çıkan ABD ve AB ortak bir noktada buluştular. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı gereği İran'a uygulanacak yaptırımlar tespit edilip, bir paket olarak uygulamaya konulacak

Yaptırımların içeriği aşağı yukarı belli. Belirsiz olan şey yaptırımların uygulanabilir olup olmadığı, etkinliği.

Yaptırım paketinin şekillenmesinde bir gecikme yaşanıyor. Bu gecikmenin en önemli nedeni 'yaptırımların etkinliği' ile ilgili tartışmalar.

Gözüken bu tartışmalar uzayacak, nihayetinde planlanan bir paket uygulamaya konulacak, biraz müneccimlik olacak belki ama başarısız olacak.

Bu öngörüm iki temel olguya dayanıyor.

Ekonomik yaptırımların uygulanabilir olmasının belli asgari şartları var. İlki 'bağımlılık'. Eğer ilgili ülke, sizin cezalandırmaya karar verdiğiniz, hizaya sokmaya çalıştığınız ülke size bağımlı değilse, kendi ayakları üzeride durabiliyorsa, bu takdirde yaptırımların başarı şansı yok denecek kadar az.

İran, hem petrol ve gaz rezervleri ile bu asgari şarta aykırı bir örnek hem de daha önce yaşadığı ambargo deneyimleri ile tabi kaynaklar haricindeki ihtiyaç mallarını kendi temin eder durumda. Yani batıya bağlı olmak şöyle dursun 'bağımsız' denebilecek bir ülke.

İkinci şart, ilgili ülkenin sizin ekonomik sisteminizle entegre olmuş olması gerekiyor. İran örneğinde olduğu gibi; IMF, Dünya Tcaret Örgütü, Dünya Bankası vb uluslarararsı kurumlarla ve bölgesel ekonomik işbirliği teşkilatları ile entegrasyonu olmayan bir ülke sözkonusu.

Bu durumda İran'a uygulanacak yaptırımların 'havanda su dövmekten öteye geçmeyeceği' aşikar.

Üstelik İran, belli ihtiyaçlarını karşılamak üzere kaynak çeşitliliğini yaratmış, özellikle Çin ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmiş durumda.

Ambargolara en büyük tehditte buradan geliyor. Ambargoların uygulama gücünün olması için tüm dünyanın ortak hareketi gerekiyor. Üstelik yaptrım uygulayanların da kendilerinin fire vermemesi gerekiyor (Fransa, Almanya gibi ülkelerin yaptırım niyetleri şu sıralarda Washington'da en çok tartışılan konu).

Dünya İsrail'in nükleer gücüne ses çıkarmaz iken, İran'a yaptırım kararı doğru mu ve adil mi soruları masada cevapsız olarak dururken bu kez o sorular kadar önemli bir soru daha masada yerini alıyor: İran'a yaptırım uygulanabilir mi?

Michael Rubin Neden Yalan Söyler?

Dostumuz Rubin Irak ve Kuzey Irak konusunda uzman bir araştırmacıdır. Dün kendisine göre malumu ilan etmiş: Kuzey Irak'ta PKK'nın hamisi kürtlerdir demiş.

Benim bildiğim, tanıdığım Rubin dürüsttür, araştırmacı namusuna sahiptir. Üstelik sözlerinin tam gerçeği yansıtmadığını da çok iyi bilir. Terörist örgütün gerçek hamisinin kim olduğunu ABD'de en iyi Rubin bilir.

Fakat heyhat ki heyhat dünya menfaat dünyasıdır. Araştırmacı arkadaşımız kendisini ve projelerini fonlayan kurumları gücendirmek istememiş anlaşılan. Sonuç olarak malumu ilan edememiş. Gelin biz kendisine biraz yardım edelim.

Kuzey Irak'taki oluşum, ve Irak'ın bölünmesi ABD'nin çıkarınadır ve ABD destekli yürütülen bir plandır ve aşağıdaki hususlar önemlidir.

1. Burada kurulmakta olan sözüm ona devletçik, coğrafi olarak kıstırılmış bir ülkedir. Kuzeyde Türkiye, batıda Suriye ve Doğuda İran tarafından çevrelenmiştir.

2. Kuzey Irak'ın güneyinde de, Kürtleri düşmanları kadar sevmeyen, hatta onları işgalcilerin işbirlikçisi olarak gören sünni Araplar mevcuttur.

3. Acilen Kuzey Irak'taki matruşka devletçiğe bölgeden sınır komşusu bir müttefik bulmak gerekir (her ne kadar İsrail bu matruşkanın esas aktörü olsa da sınır komşuluğu mevzu bahis değildir.

4. Uzun vade de Suriye ve/veya İran'ın hizaya sokulması beklenebilir ve bu şekilde Kuzey Irak'lı aşiretlere bir müttefik temin edilebilir.

5. Fakat kısa vadede en uygun aday Türkiye'dir. Türkiye'nin burnunun sürtülmesi için yeterli kart Washington'un elinde mevcuttur.

6. İlk kart Maalesef, meşhur at pazarlıklarına da konu olan Türkiye'nin bıçak sırtında giden ekonomik yapısıdır. Hani borcu olanın iradesi olmaz diye düşünenler olabilir ABD'nin başkentinde.

7.İkinci ve daha kısa sürede sonuç verecek olan kart ise, Türkiye'nin ikinci yumuşak karnı olan 'kürt meselesi'dir.

PKK kartını önümüzdeki günlerde değişik biçimlerde ve farklı oyun taktikleri ile karşımızda görürsek kimse şaşırmasın.

Bilelim ki, Türkiye onay vermez ise Kuzey Irak'ta kartondan olsa bile bir kürt devletçiği kurulamaz, kurulursa da yaşayamaz. Hazırlıklı olalım, oyun esas şimdi başlıyor.

Protestocular Haklıymış!

Fakirler Kaybediyor...
En zengin 25 Türkün servetinin, milli gelirin yaklaşık %10'una karşılık gelmesi 'gelir dağılımı' konusunu bir kez daha gündeme getirdi.

Gelir dağılımı iki şekilde hesaplanabilir: gelirin fonksiyonel dağılımı (yani gelirin sınıflar arası bölüşümü) ve gelirin nüfusun yüzdelik dilimleri arasında dağılımı (istatistiksel dağılım). Maalesef Türkiye'de gelir dağılımı konusunda, bu konuda çalışmanın zorluğundan olsa gerek son yirmi yılda yapılmış ciddi bir çalışma yok.

Bugün gelir dağılımının uluslararası boyutunu, küresel gelir dağılımı konusunu yazmak istiyorum.

Uluslararası bir think tank kuruluşuna Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler verilerini kullanarak 'Küresel Gelir Dağılımı' ile ilgili bir rapor hazırladım. Rapor, küreselleşmenin başlangıcı için milat olarak alınan 1980 yılların ortasından 1985'ten başlıyor analize. Detaylara geçmeden son söylemem gerekeni ilk başta söyleyeyim, küreselleşme ile birlikte fakirler kaybediyor. Zengin ülkeler daha çok zenginleşirken, fakirler daha çok fakirleşiyor.

Çalışma 108 ülkeyi kapsıyor. Ülkeler; zengin, üst orta, orta, alt orta ve fakir olarak 5 gelir kategorisine ayrıldı. Çalışmanın sonunda ortaya çıkan rapordan bazı çarpıcı sonuçları şöyle özetleyebilirim.

1.
1985-2005 döneminde zengin ülkelerin gelirlerinde mutlak bir artış söz konusu. Bu ülkelerin dünyanın toplam gelirlerinden aldıkları pay %38'den 47'ye yükselmiş durumda.
2.
Yine aynı dönemde fakir ülkeler grubu, dünya gelirlerinden elde ettikleri payın %11'lik bölümünü kaybetmişler. Payları %23'den %12'ye gerilemiş. Farklı bir söylemle bu ülkeler gelirlerinin yarısını kaybetmişler.
3.
Alt orta gelir grubundan da üst orta gelir grubuna bir gelir transferi söz konusu
4.
Orta gelirli ülkelerin küresel gelir içindeki payları aynı kalmış.
5.
Türkiye, küreselleşmeden olumlu etkilenmiş ve payını %1.2 nispetinde artırmış.
6.
Dünya toplam gelir seviyesi ve ticaret hacmi beklendiği şekilde artmış.

Bu istatistiksel sonuçların yorumlarına gelirsek, her şeyden önce Davos'ta alternatif form düzenleyenlerin, G-8 karşıtı gösteri yapan grupların, küreselleşme muhaliflerinin öngörüleri doğru çıkmış durumda. Küreselleşme her ne kadar dünyada refah seviyesini artırsa da paylaşım adil olmamış. Artan gelir ve refah seviyesi eşit dağılmamış. Zengin daha zengin, fakir daha fakir konumuna gelmiş.

Ülkelerin arasında çok keskin çizgilerle bir fay hattı çekilemese de, bir ayırım söz konusu Zenginler (kuzey ülkeleri) ve fakirler (güney ülkeleri).

Küreselleşme taraftarı 'iyimser' ekonomistler ve 'fütüristler', dünyanın global bir köy haline gelmesi ile birlikte ülkeler arasındaki uçurumların kapanacağını öngörmüşlerdi. Üstelik teknolojinin ülkeler arasında transfer hızının eskiyle mukayese edilemeyecek kadar artması ile birlikte bu farkın kapanacağını anlatmışlardı. İlaveten, küreselleşmeyi bir trene benzeterek, herkesin bu trende olduğunu, tüm dünyanın aynı trende bulunduğunu ve lokomotifin hızının tüm vagonları aynı yönde ve aynı hızda çekeceği de anlatmışlardı.

Fakat, bir çeşit röntgen filme gibi olan çalışmamız bu uçurumun fakirler aleyhine daha çok açıldığını gösteriyor. Tüm iyimser tahminlerin bu 'gök kubbede ancak hoş bir seda' olarak kaldığını ortaya çıkarıyor.

Ekonomik doktrin farklılığı ve siyaset görüş ayrılıklarıyla olmasa da dünyanın yine iki kutuplu olduğu ortaya çıkıyor, Kuzey ve Güney.

Çalışmanın bir diğer çarpıcı sonucu ticaretin yapısı ile ilgili. İktisat teorilerinin öğrettiği, uluslararası kurumların (Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb) az gelişmiş ülkelere önerdiği ihtisaslaşmadan çok 'ihtisaslaşmama' ticarette avantaj yaratıyor. Bizlere propagandası yapıldığı şekilde ülkelerin değişik sanayi dallarında ihtisaslaşmadığı, sektörler arası ticaret yapılmadığı ortaya çıkıyor. Yani buğday satan ülkenin otomobil aldığı, demir-çelik satan ülkenin pamuk aldığı bir dünya söz konusu değil. Aksine mal çeşitliliği ticarete hakim. Aynı ülke, aynı kategoriye giren maldan hem alıyor hem satıyor (örnek olarak Türkiye'nin hem demir-çelik ihracatçısı hem ithalatçısı olması gibi).

Bir diğer önemli bulgu, 1990-1995 arası dünya gelir dağılımında ki bozulmanın artış hızı. Bu durum özellikle eski demir perde ülkelerinde ki sistem ve yönetim değişikliklerinin, bu ülkelerden batıya önemli bir gelir (para) transferinin yapıldığına işaret ediyor.

Türkiye için AB veya benzeri bir ekonomik işbirliğinin önemini vurgulayan bir diğer sonuç ise, ekonomik entegrasyona giden ülkelerin küreselleşmeden karlı çıkmaları. Dünyanın bloklar arasında (blok içerisinde ticaretin serbestleşiği, gümrük duvarları ve vergilerin sıfırlandığı) ticaretin yapıldığı bir yapıya doğru gittiğini görülüyor.

Evet küreselleşme bir süreç, kaçınılmaz bir süreç. Ama bu sürecin bir kuzey – güney kutuplaşmasını yaratıp yaratmayacağı bir soru işareti. Huntington'ın meşhur medeniyetler çatışmasından önce bir gelir dağılımı çatışmasının olmasını beklemek hayal olmayabilir. Latin Amerika'da mevcut olan küreselleşme karşıtlığının, dünyanın diğer kaybeden ülkelerine sıçraması da beklenilebilir. Başka bir deyişle, yönetilemez- tahmin edilemez ülkelerin sayılarının hızla artması beklenebilir.

'America : an obstacle to global stabilisation' isimli kitabıyla ABD'yi dünya politik arenasından çok dünya ekonomisinde bir tehdit olarak gören K. Hudson gibi araştırmacıların öncülük ettiği 'yeni ekonomiciler', küreselleşmenin 'yeni düzenine' bayrak açtılar bile.

Bu çalışmalara en son örnek Antoni Juhasz'ın Bush'un dünya ile ilgili ajandasını incelediği 'Bush Agenda : Invading the world, one economy at a time' verilebilir.

Önümüzdeki dönem, dünyanın 'küresel' ekonomik yapısının daha çok sorgulandığını, Bechtel, Lockheed Martin, Chevron-Texaco, Halliburtin gibi firmalar için başlarının ağrıyacağı bir sürecin başlangıcı olabilir.

Bu noktada yine çalışmamızdan çıkan bir diğer sonucu bir dilemmaya işaret edelim. Az gelişmiş – fakir ülkelerin kurtulmaları büyümelerine bağlı. Daha çok üretecekler, daha çok satacaklar, daha zengin olmaya çalışacaklar. Bu gelişmeyi kendi kıt kaynakları ile yapamayacaklarına göre ihtiyaç duydukları şey 'yabancı sermaye – dış borç' olacak. Yabancı sermaye yatırımlarının yarattığı gelirin ne kadarının bu ülkelerde kalacağı ise önemli bir soru işareti. Büyüyecekler, borçlanacaklar, büyüyecekler ve yine borçlanacaklar. Büyüdükçe fakirleşecekler. Singer'in 'fakirleştiren büyüme teorisine' ne kadar da benziyor değil mi?

Sonuç olarak, küreşeleşme beklendiği şekilde dünyayı daha zengin hale getirmiş ama asla daha adil değil. Alttakiler ve üsttekiler, zenginler ve fakirler sözkonusu yine... Hem de daha keskin hatlı bir ayrışma sözkonusu.

Cezayir-i Seba Sendromu

Pek bilinmez ama Yunan isyanının hemen öncesinde Osmanlıların kurduğu bir otonom devletin ismi Cezayir-i Seba. Hayır, Cezayir’de değil, bugünkü Yunanistan’ın batısında, İyon Denizinde Osmanlıların önayak olmasıyla kuruldu bu devlet.

Dördü büyük yedi adadan teşekkül eden Cezayir-i Seba tarihte Osmanlının yaptığı hatalardan birisidir. Bu otonom devlet Osmanlı – Rus ittifakı ile oluşur. Devlet Rusya’nın vesayeti altındadır. Tüm yönetici kadrosu yerel halktan, Rumlardan teşekkül etmiştir.

Hata bunun neresinde derseniz, Doğu Roma’nın yıkılmasından sonra devlet olma vasfını kaybeden Rumlar ilk kez Cezayir-i Seba ile yeniden özgüvenlerini kazanmışlar, yeniden bir devlet olabileceklerini anlamışlardır. Üstelik o dönemde milliyetçilik Avrupa’da yükselmektedir ve bu konjonktürün Balkanlarda ki etkisi ‘kompartıman milliyetçiliği’ olacaktır.

Bu hata sonucu Cezayir-i Seba’da teşkilatlanan Yunanlı çeteler Avrupa’dan temin ettikleri silahlar ve mühimmatla Mora Yarımadasına geçerler ve Yunan isyanı başlar. Bizimde aynen Yunanlılar gibi unutup tarihin sayfaları arasına gömdüğümüz kanlı Mora isyanı...

Bu hatanın bugüne projeksiyonu bize Kuzey Irak konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. Özellikle Türkiye’de sesli veya sessiz düşünülmeye başlayan ‘Kürtlerin bir devletinin olmasının ne zararı var’ sorusu ile birlikte bir kat daha önem kazanarak...

PKK konusunda geldiğimiz noktada önemli bir politika değişikliği gözlemlenmektedir. İmralı’da ikamet eden kanlı örgütün kanlı lideri fiilen önemini yitirmiştir. Öcalan’ın ölmesini belki şu anda en çok Türkiye’nin ayrılıkçı Kürtleri istemektedir.

Türkiye’de ki ayrılıkçılar kendilerine istikamet olarak Kuzey Irak’ı ve buranın yönetiminde söz sahibi olan Barzani ve Talabani’yi almışlardır. Bu iki aşiret lideri artık Türkiye’deki ayrılıkçıların fiili lideridir. Nevruzda Leyla Zana’nın sarf ettiği sözler bu bakımdan önemlidir.

Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletine izin vermesi, kendilerini hem akrabalık bağları ile hem de ‘ideolojik’ olarak Barzani-Talabani’ye yönelten Türkiye ayrılıkçılarına önemli bir koz verecektir. En önemlisi aynen Yunan isyanı öncesi kurulan Cezayir-i Seba vakasında olduğu gibi bir özgüven aşılayacaktır.

‘Kürdistan Matruşkası’ isimli yazımda anlattığım gibi, Kuzey Irak’ta ki Kürt devleti şu an için tabir caizse de facto’dur. Bu oluşuma Türkiye (bilmeden ve istemeden de olsa) pasif politika izleyerek destek vermektedir. Kuzey Irak’ın coğrafik yapısı ve ABD’nin Türkiye’nin müdahalesine soğuk bakması sonucu eli kolu bağlı bir Türkiye söz konusudur.

Açıkçası bölgede tam anlamıyla ‘game theory’nin tüm kurallarının uygulandığı bir ‘oyun’ söz konusudur. Maalesef bu oyunda Barzani-Talabani ittifakı belirleyici aktör durumundadır. İnisiyatif tamamen bu ittifaka kaptırılmıştır. İzleyen ve ittifakın hamlelerine cevap verme durumunda kalan Türkiye’nin acilen aktif aktör durumuna geçmesi gerekmektedir.

Benim bölgede ki temaslarımdan yaptığım çıkarıma göre Türkiye’nin askeri müdahale kartı, en son oynanması gereken konudur.

Bir acil hareket planına ihtiyaç vardır ve bu plan ana hatları ile aşağıdaki maddeleri kapsamalıdır.

* Türkmen kartı: Bu konuda yeni bir aksiyon planı gereklidir. İlk etapta Federal Irak içerisinde federe bir Türkmen devleti fikri ivedilikle gündeme taşınmalıdır. Bu konu başarılması itibariyle çok zor hatta imkansız olsa bile, Türkiye’nin muhtelif müzakerelerinde elinde bir koz olabilir.

* Türkmen ittifakı: Maalesef Türkmen gruplar bölünmüş, parçalanmış vaziyettedir. Türkiye, Türkmenlerin geçici dahi olsa bu sıkıntılı dönemde bir birlik etrafında toplanmasına önayak olmalıdır.

* Kuzey Irak’ta ki Kürt devleti oluşumunun önündeki en büyük engel ‘coğrafi sıkıştırılmışlıktır’. Türkiye acilen ‘ambargo’ dahil tüm ticari ve ekonomik seçenekleri masaya yatırmalıdır. Bu kapsamda ‘Habur’ kapısı yeniden ele alınmalı, gerekirse kapatılmalıdır.

* Kürt oluşumunun ticari lojistik dışında bir diğer handikapı ‘su’ problemidir. Türkiye, Kürt devletini önlemede ‘suyu’ bir politika aracı olarak kullanmaktan çekinmemelidir.

* Müteahhitlik hizmetleri: Yeni devletin inşası bizzat (ve ne gariptir ki) Türkiyeli firmalar tarafından sağlanmaktır. Yıllık yaklaşık (sadece Kuzey Irak düşünüldüğünde) 300 Milyon USD’lik bir gelire Türkiye’nin ihtiyacı olmadığı gibi, Kuzey Irak’ta Türk firmalarının faaliyetlerinin engellenmesi sonucu müteahhitlik firmalarının kar kaybı olan bir milyar USD’lik tutarın tazmini de zor değildir.

Bu stratejik politika unsurları kısmi olup, ‘oyun’ ilerledikçe yeniden şekillenebilir. Yukarıdaki öneriler sadece acilen uygulanması gereken ‘kısa dönem politika araçlarıdır’.

Evet, herkes biliyor ki Orta Doğu dikensiz gül bahçesi değildir. Bu sebeple, yazması kolay uygulaması zor bu araçların. Fakat ortada ulusal birliğe bir tehdit söz konusu olunca kimsenin ayak diretmesi, zorlukları bahane olarak sunması mümkün değildir.

Üstelik kurulması zor olan ‘ulusal devletin’ haliyle ‘korunması da’ zor olacaktır. Yeter ki tarihten gerekli dersleri çıkaralım, yeni bir Cezayir-i Seba yaratmayalım.

Seçimler ve Üçüncü Dünyalı Olmak

2007 Türkiye için önemli bir yıl... Belki Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birisini yaşayacağız...

Aslında genel seçimde sadece iktidarı ve muhalefeti belirlemeyeceğiz. Aynı zamanda çok önemli bir soruya cevap arayacağız: ‘biz hala üçüncü dünyalı mıyız?’

Bu cümlede kastedilen üçüncü dünya, soğuk savaş döneminde kullanılan, doğu ile batı blokları haricinde, Hindistan’ın öncülüğünde gelişen alternatif dünya inisiyatifi değil. Hani geri kalmışlığı betimlemek için kullanılan ‘üçüncü dünya solcusu, sağcısı, milliyetçisi’ kavramlarında geçen üçüncü dünyalılık...

İşte bu genel seçimler bizim üçüncü dünya seçmeni olup olmadığımızı tespit edecek.

Önce iktidar açısından bakalım...

Muhalefet partileri yavaş yavaş genel seçimlere hazırlanırken hükümetin sessiz ve derinden giderek aslında ekonomi için tehlike sinyali sayılacak şekilde bazı politikaları uygulamaya koyduğunu görüyoruz. Yani seçim ekonomisinin başladığını...

Önce üniversite kurulması için söz verilen iller gündeme geldi, sonra bu oluşumla ilgili yasa teklifi hazırlıkları... Arkasından zorda kalan çiftçilerin borçlarının silinmesi için yasa teklifi hazırlıkları yapıldı.

IMF’nin muhalefetine rağmen, ‘sosyal güvenlik reformu’ gibi bazı kanun değişiklikleri seçim sonrasına ertelendi. Muhtemeldir ki IMF’ye verilen taahhütler olmasa seçim ekonomisinin daha hızlı işleyen sürecini yaşıyor olacaktık.

Seçim ekonomisi demek temelde, haksızlık, adaletsizlik demek. Her şeyden önce kamu kaynaklarının israfı, yatırım projelerinin önceliklerinin alt üst olması demek. Üstelik en kötüsü ekonomik istikrara darbe demek. Daha da ileriye götürürsek haksız gelir transferi demek, (özellikle aflar dikkate alınırsa) sorumlu vatandaşın cezalandırılması demek.

Seçim ekonomisin etkilerine ait verdiğim örnekler, dolaysız etkilere ait. İşin kötüsü birde dolaylı etkiler söz konusu. Seçim döneminde ekonomik programlara aykırı olarak genişleyen emisyonun (ister dar parayı M1’i alalım ister daha geniş tanımları M2, M3 gibi) yani para arzının artmasının mutlaka enflasyonist etkisi olacaktır.

Üstelik yaşanması muhtemel olan enflasyondaki artış toplumun değişik katmanları arasında ‘nötr’ değildir. Enflasyon sonuç itibariyle bir gelir grubundan diğerine ‘haksız şekilde’ gelir transfer eden bir olgudur.

Türkiye’de ‘politik ekonomi’ ihmal edildiğinden, biz daha çok enflasyonun oranını konuştuk yıllardır. Arttığında üzüldük, düştüğünde sevindik. Kimse enflasyonun gelir dağılımı etkisini sorgulamadı.

Seçim ekonomisine tekrar dönersek, konu aslında ‘politik etikle’ birebir ilintili. Politik ahlaksızlıktan kaynaklanır seçim ekonomisi. Sonuçta enflasyonu körükler, kamu kaynaklarını heba eder, bütçe dengesini bozar ve makro ekonomik istikrara darbe vurur. Bunlar işin bir tarafı. Diğer taraftan da ‘yan etki’ olarak gelir dağılımının adaletsizliğine katkı yapar.

Sonuçta, Türkiye’nin en zengin 25 kişisinin toplam serveti, milli gelirin %10’una isabet eder, bu oran Japonya’da sadece %1’e eşitken.

Gelin bu konuya birde tersten bakalım ve neden bizde bu oran Japonya’dan daha yüksek bunu irdeleyelim.

Çünkü bizde siyasetçinin etik problemi vardır. Bu, kamu önceliklerinin hiçe sayılması, kaynakların heba edilmesine yol açar. Şahıs ve parti çıkarları için ülkenin kaynakları heba edilebilir, yani seçim ekonomisi uygulanabilir. Bunu sonucunda yukarıda anlatmaya çalıştığım şekilde gelir dağılımı bozulur, gelir adaletsizce yeniden dağıtılır.

İşte üçüncü dünya seçmeni olmamak, bu oyunlara gelmemektir. Ahlaksız siyasetçinin farkında olmak ve buna göre duruş geliştirmektir.

Üçüncü dünyalı olmamak, siyasetçi tarafından bu kadar ucuz kandırılmamaktır.

Muhalefete bakarsak...

Muhalefet partileri de vaat bombardımanını başlattılar. Henüz ‘iki anahtar’ palavrası kadar vahimine şahit olmasakta, verilen vaatlerin tutarsızlığı siyasi ahlaksızlığın bir başka boyutuna işaret ediyor.

Politika programları iki bölümden oluşur: hedefler ve kaynaklar. Hedefler, bizde vaatler bölümünü oluşturur. ‘Cekler ve caklar’ bölümü dersek abartmamış oluruz. Örneğin, mazot ucuzlayacak, ÖSYM kalkacak vb. Sıradan her vatandaşın kolaylıkla oluşturacağı bölümdür program hedefleri...

Ya kaynaklar?

Her hedefin maliyeti olduğunu, finansmanının gerektiğini şimdiye kadar sormasak ta bu seçimde mutlaka soralım. En azından ‘siyasi etikten’ yoksun politikacıları tespit ederken kendi kendimize soralım.

Seçim ve üçüncü dünyalılık ilintisinin son boyutu ise, seçim öncesi anlatılanları, verilen sözleri, hedefleri unutmamak; zamanı gelince iktidara gelen partiden tutmadığı sözlerin hesabını sorabilmektir.

İşin kolayına kaçarsak buna balık hafızalı olmamakta diyebiliriz. Fakat doğru söylem, oryantal düşünmemek ve davranmamak olmalıdır. Kant, doğu ve batı toplumlarını karşılaştırırken en büyük farkın ‘hesap sorma müessesinde (anlayışında)’ olduğunu söyler ya... Batı alt kültürü hesabı bu dünyada sorarken, oryantal zihniyet hesabı ‘öbür dünyaya’ bırakır ya...

İşte, üçüncü dünyalı olmaktan kurtulmanın bir başka boyutu da, politikada oryantal zihniyetten kurtulmak ve ‘politik etik’ konusunda politikacıları sorgulamaktır.

Hepimize kolay gelsin...

Avrupa'nın Hastalığı Irkçılık

‘Avrupa’nın hastalığı ırkçılıktır’. Bu teşhisi koyanlar biz değiliz, Avrupa’nın saygın araştırma kurumları ve önde gelen basın organları, Avrupa Birliği’nin temelini atan Roma anlaşmasının 50. yılı münasebetiyle yaptıkları analizlerinde afişe ediyorlar bu hastalığı.

Tam bu esnada, Hollanda Dış İşleri Bakanı Bernard Bot, bu teşhisi doğrular şekilde bir demeç veriyor: ‘Müslümanlar hoşgörüsüzdür. Onların genleri, Hıristiyanlardan farklıdır’ diyor.

Yine aynı günlerde Almanya Başbakanı Merkel, aday ülkeler arasında en sıkıntılı ‘yol haritası’ eline verilen ve kendisine haksızlık yapılan Türkiye ile ilgili olarak hiçbir dayanağı olmayan yeni bir tarih telaffuz ediyor: ‘Türkiye, belki 50 yıl sonra...’ diyerek.

Önce Merkel’den başlayalım. Almanya Başbakanı haklı. Belki 50 değil, 150 yıl sonra bile Türkiye’nin AB üyeliği imkânsız gözüküyor. Avrupa Balkan ve Doğu Avrupalı üyeleri ile birlikte, doğu sınırını tespit etmiş bulunuyor.

Avrupa Birliğinin lokomotif ülkeleri için bölgede rakip olacak iki büyük ülke söz konusu, Rusya ve Türkiye. İşte, AB eski SSCB üyesi baltık cumhuriyetlerini kabul ederek Rusya ile yine eski demirperde üyesi balkan devletlerini içine alarak Türkiye ile arasına tampon bölgeler oluşturmuş durumda.

Kopenhag kriterleri ve Türkiye’nin yol haritası ile yaşadığı değişim süreçlerini, ilaveten Avrupa Parlamentosu’nun etnik konularda bizden talep ettiklerini göz önüne alınca hem AB’nin ırkçı yaklaşımını hem de bizim üyeliğimizin imkânsızlığını anlamak daha kolay olacaktır.

AB’nin Türkiye’ye ne evet ne de hayır diyememesi ilk etapta bir dilemma gibi gözükebilir. Haksızda sayılmazlar aslında bu çelişkiyi yaşarken... Bir yandan (biz farkında olmasakta) sahip olduğumuz ekonomik ve coğrafi potansiyelimiz var. Diğer taraftan ise Avrupa’nın devleri (İngiltere, özellikle Almanya ve Fransa), birlik içerisinde kendilerine rakip olacak bir üye istememektedirler.

Türkiye’nin tüm rekabet avantajlarını bir kenara bıraksak bile birleşik bir Avrupa’daki dinamik Türk nüfusunun oransal gücü AB’nin devlerini korkutuyor olmalı.

Vazgeçememeleri sadece bizim AB’ye katacaklarımızla ilgili değil. Bunun yanı sıra Avrupa’nın bilinçaltında yaşadığı (ve kendilerinin de itiraf ettiği) ırkçılık hastalığı da bir başka engel. Eğer AB’nin ve Avrupa Parlamentosunun bazı politika önermelerini doğru okursak, Türkiye’nin ‘Yugoslavyalılaşmasına’ ne kadar istekli oldukları görülecektir. Aslında AB, Türkiye ile ilgili temin etmek istediği sonuçların bir bölümünde başarıyı çoktan elde etmiştir. Eğer Türkiye’de ‘federasyon’ kelimesi kolaylıkla telaffuz ediliyorsa, Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen petrol kanunu tasarısı ‘yugoslavca’ bir adem-i merkeziyetçiliği teşvik ediyorsa, Türkiye’nin bir coğrafi bölgesinin değişik partilere mensup milletvekilleri kendilerini, Türkiye’nin güneyinde, Irak’ın kuzeyinde oluşan bir ‘devletçiğin’ aşiret liderlerine daha yakın buluyorlarsa, evet AB politikalarında gayet başarılıdır diyebiliriz.

Hollanda Dış İşleri Bakanı Bot’un, ‘şecaat arz ederken sirkatlerini anlattığı’ demecine gelirsek... Aslında fazla söze gerek yok. Kendisine biraz tarih, bilhassa kendi tarihlerini okumasını tavsiye edebiliriz. Hollanda’nın Güney Amerika’da ki sömürgelerinde 19. yüzyılda uygulananlar, yaptıkları, kendilerinin ne kadar hoşgörülü olduklarına dair yeterli karineleri verir sanırım.

İlgilenenler için kısa bir tarih notu... Felemenk tarihçi Frey’in ağzından aktaralım:

‘Plantasyonlardan kaçan kölelere uygulananlar tam bir zulümdü. Eğer kaçış, ilk kez gerçekleşmişse, kölenin çalışmasını engellemeyecek şekilde bedeninde bir araz bırakacak işkenceler uygulanırdı (köle çalışırken sağ elini kullanıyorsa, sol eli kesilirdi). Kaçış tekrar ederse, kölenin ayakları kesilir, böylece bir daha kaçması ‘engellenmiş’ olurdu. Zavallı kaçaklar ya açlıktan ya da yaralarının bakımsızlığından ölürler, çürüyen cesetleri plantasyondaki diğer işçiler için ibret sayılacak şekilde etrafa tahammül edilmez kokular salarlardı.

Bu zulüm devam ederken, plantasyon sahibi sömürgecilerin eşleri, kölelerin eşlerine dans dersleri verir, Hıristiyanlık propagandası yapar, kendi deyimleri ile onları ‘medenileştirirlerdi’.

Hollanda sömürgelerinde medeniyetin bedeli hep zulüm olmuştur’.


Bunları biz değil, kendi tarihçileri söylüyor... Fazla söze gerek var mı?

Kuzey Irak Türkiye'nin Arka Bahçesidir

Kürt tehdidi yok!

Türkiye’ye Kuzey Irak kaynaklı bir Kürt tehdidinin olmadığını, asıl tehdidin ABD’nin bölgede uygulamaya çalıştığı politikalardan kaynaklandığını daha önce yazmıştık. Türkiye, bu durumu, kendisine Barzani ve Türkiye’deki uzantıları tarafından yapılan saldırı ve kışkırtmaları tahlil ederken dikkate almalıdır. Barzani’nin yaptığı sadece kışkırtmadır. Barzani şu anda ‘sahibini sesi’ olarak vazifesini yapmaktadır. Türkiye bu kışkırtmalara cevap verirken, aslında tepkisinin asıl hedefinin ABD olduğunu da unutmamalıdır.

Hem Barzani - ABD hem de Türkiye, Barzani çetesinin ve milislerinin gücünü çok iyi biliyor. Kuzey Irak şu an hiç olmadığı kadar Türk istihbaratçı ile kaynıyor. K. Irak’ta ki sözüm ona devletin tüm idari yapılarının içerisine sızmayı başaran Türk istihbaratı, bu çetenin attığı ve atacağı adımları çok iyi biliyor.

Tüm göstergeler, K. Irak halkında bir bağımsızlık istek ve iradesinin olmadığını, yaşanan gelişmelerin ABD (ve İsrail) destekli bir oluşum olduğunu ortaya koyuyor. En son yaptığımız Kuzey Irak ziyaretinde, Suriye sınırı yakınlarında görüştüğümüz (aslen Mardinli olan) Barzani ekibinin etkin isimlerinden Davut Bağıstani, ‘aklı başında her Kürdün gelişmelerden kaygı duyduğunu, ABD’nin eninde sonunda bölgeyi terk edeceğini, sonunda Kürtlerin; Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın Sünni Arapları ile baş başa kalacağını’ anlatmış ve ‘maalesef Mesut artık tamamen ABD oyuncağı oldu, tüm tutarlılığını yitirdi’ diye eklemişti.

Aslında, bölgede oynanan oyun, batının daha özelde İsrail ve ABD’nin çıkarları için, birbirine çok benzeyen ve aralarında akrabalık bağları olan insanların birbirleri ile çatıştırılıyor olmasıdır. Bağıstani’nin tespiti ile ‘Kürtler bu oyunu kaybedecek ve yine ABD’nin ihanetine uğrayacaklardır’.

En son İngiltere, 20012 yılını ‘Irak’tan çekilmek için’ vade olarak vermiş, bu tarih ABD’de bulunan savaş karşıtı çevreler ile Demokrat Parti mensupları arasında çok geç bir vade olarak kabul görmüştür. Tarih değişebilir, fakat eninde sonunda bu bölge gerçek sahiplerine kalacaktır. Bölgede biz hancıyız, oysa ABD sadece yolcudur.

İşte soğukkanlı davranarak Barzani ve çetesine anlatılacak olan budur. Bir gün gelecek ve çevrelerinde bulunan Türkiye, İran, Suriye ve Araplarla kuşatılmış bir coğrafyada sıkıştırılacaklarıdır.

Barzani ve çetesinin Türkiye’ye karşı yapabileceği tek şey terörü desteklemektir. Zaten yaklaşan mayıs ile birlikte terör örgütünün faaliyetleri de hızlanmakta, her gün güneydoğudan alçakça saldırı haberleri gelmektedir.

Türkiye’nin bu safhada K. Irak’a (ve Kerkük’e) müdahalesi zor hatta imkansızdır. Bilmeyenler için bir not verelim. Habur ile Kerkük’ün arasındaki mesafe yaklaşık olarak Ankara ile İstanbul arasındaki mesafe kadardır.

Fakat (askeri müdahale seçeneğini bir kenara bıraksak bile) Türk halkı hükümetten çok acil olarak bazı soruların cevaplarını vermesini ve acilen bir eylem planını devreye sokmasını beklemektedir.

Güneydoğuda PKK’nın kullandığı mayınlar ve silahların menşei nedir? Bu silah ve mühimmatlar hangi ülkenin malıdır ve hangi kaynaklar ve lojistik yolları kullanılarak PKK’ya temin edilmektedir? Bu sorunun cevabı, PKK’nın gerçek hamisinin kim olduğunu ve bu kanlı örgütün kime, niye hizmet ettiğini açıklayacaktır.

Neden hala Habur sınır kapısı açıktır? Mevcut durumda bu kapı ile K. Irak beslenmektedir. K. Irak hariç Irak’ın diğer bölgelerine yapılacak ticaret için neden ikinci bir kapı (Suriye sınırında, Ceylanpınar’da) açılmamaktadır? Bu gecikmenin izahı nedir?

K. Irak’taki Kürk devletinin oluşumuna katkı yapan Türk firmaları hangileridir ve hangi sebeple bu firmaların faaliyetlerine izin verilmektedir?

Türkiye’de ürettiği elektrik enerjisini K. Irak’a satan firma hangisidir ve bu firmanın bazı iktidar mensupları ile bir ilgisi var mıdır?

K. Irak’la ilgili bir eylem planınız var mıdır? Varsa neleri kapsamaktadır? Varsa uygulamada geç kalınmamıştır?

Evet bu sorular uzayıp gidebilir. Fakat gözüken Türkiye iç siyaseti ile uğraşmak veya Türkiye ile hiçbir bağı olmayan ülkelere bilmem kaç kez ziyaretler yapmak hükümete ve Başbakana daha kolay gelmektedir.

Eylem planı deyince, TSK, K. Irak aktif eylem planının birinci fazını uygulamaya koymuş bulunmaktadır. İçeriği tam olarak bilinmeyen plan, mayıs ayından itibaren Türkiye için K. Irak konusunun (hükümete rağmen) çok aktif olacağına ve Türkiye sınırları içerisinde büyük askeri operasyonların bekleneceğine işarettir.

Bu aşamada hükümete düşen görev, TSK’nın eylem planını hem diplomatik yollarla desteklemek hem de sivil iradeye ait bir eylem planını hazırlamak ve uygulamaya koymaktır.

Türkiye’nin artık pasif aktör konumunu terk edip aktif hale gelmesi gerekmektedir. Bu güruhun haddini bildirmek demek illa Kuzey Irak’taki Barzani çetesinin veya Türkiye’deki uzantılarının tepelerine balyozu indirmek değildir. Yapılacak çok şey vardır (lütfen bu konuda daha önce yazılan Cezayir-i Seba Sendromu başlıklı yazıyı okuyunuz http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=41878 ).

Barzani’ye, ABD çekildikten sonra ne olabileceği çok açık biçimde ifade edilmelidir. Hem ABD hem de K. Iraklı aşiret liderlerine şehit olan her askerin hesabının sorulacağı çok iyi anlatılmalıdır. İlaveten gidişattan sadece çetenin değil tüm bölgenin sıkıntıya gireceği de izah edilmelidir.

Uzun dönemli bakarsak, önümüzde iki alternatif bulunmaktadır. ABD bölgeden çekildikten sonra ya (kuzeyinde Kürt devletinin olduğu) parçalanmış bir Irak veya toprak bütünlüğü korunmuş bir Irak söz konusudur.

İkinci alternatif gerçekleşirse, Türkiye arka bahçesi ile işbirliğini; siyasi ve ekonomik sahalarda geliştirir, kendi demokrasi tecrübelerini bölgeye aktarır ve istikrarlı bir K. Irak oluşabilir. İlk alternatifin gerçekleşmesi durumunda ise, Kürtler tarihlerinde hiç karşılaşmadıkları acı ve ızdırap dolu yıllara hazır olmalıdır. Bu durumda bölgede çıkacak yangın tüm Orta Doğu içinde yıkım getirebilir.

PKK’nın Cariyeleri ne demek?

Bu slogan şehit anneleri derneğine ait... Artık her şehit cenazesinde açılıyor... Cariyeden kastedilen, herkesin kolaylıkla anlayabileceği gibi, Leyla Zana’dır. Leyla Zana’nın şahsında Türkiye’nin imkanlarını kullanarak PKK’ya ve bu örgütün eli kanlı liderine/teröristlerine yardım ve yataklık yapanları işaret etmektedir. Yoksa, Abdullah Öcalan’ın Lübnan’da Beka vadisinde yaşarken, aşk ve kadınların mutluluğu konularında, burnunu karıştırarak, göbeğini kaşıyarak konferans verdiği PKK’nın kadın militanları değildir kastedilen...

2007 , ‘PKK’nın cariyeleri’ içinde bir yol ayrımı, bir politika değişikliğinin olduğu bir yıldır.

İmralı’da ikamet eden katilin fiili liderliği bitmiş, batı destekli PKK’nın Türkiye’de ki yardakçıları yönlerini Kuzey Irak’a çevirmişlerdir.

Leyla Zana’nın ‘Barzani Amca’ söylemi de bunu işaret etmektedir, ‘Kerkük, Diyarbakır kadar bizimdir’ sözü de bu gerçeği açıklamaktadır.

PKK-ABD ilişkisi

Artık kendimizi kandırmayı bırakalım. Teşhisi doğru koyalım...

Barzani’nin verdiği mesaj yeni değildir. Daha önce benzeri mesajları kendi kamuoyuna ve Türkiye’deki örgüt militanlarına ileten Barzani bu kez (birazda daha önceki sözlerine yeterince tepki gösterilmediği için) haddini aşmıştır, o kadar. Çete lideri değneksiz köyde dolaştığını düşünmeye başlamıştır. Bunda Türkiye’deki iktidarın ataleti, ulusal konulardaki duyarsızlığını da dikkate almak gerekir. Fakat hepsinden önemlisi bu sözlerin ABD icazetli olması ve hedefin Türkiye’deki PKKlılar olduğudur.

Türkiye’ye güneyinden gelen tehdit ABD tandanslıdır, KDP değil...

Geldiğimiz noktada PKK, Barzani’nin maşasısıdır. Türkiye’deki terörist kesimler son günlerde, bu görüşü destekler biçimde, kendilerini hızla Barzani ile organik yapılanma içerisinde göstermeye çalışmaktadırlar.

Barzani ise ABD’nin maşasıdır. Dolayısı ile ABD-PKK ilişkisini keşfetmeden ve politikaları bu yönde oluşturmadan sonuç almak mümkün değildir.

Sahi bitirirken unutmadan soralım; Barzani, TBMM’de 70 (yazı ile yetmiş) milletvekilimiz var dediği zaman kim ne tepki vermişti?

II. Mahabatçılara Dersler

Sözde Mahabat Cumhuriyeti
Güneyimizde fırtına ekenlerin bildikleri ama yeniden yorumlamak istemedikleri tarihi bir gerçek Mahabat Cumhuriyeti... Tarihin uzun veya kısa çevrimlerle kendini tekrar ettiğine inananlardansanız, Mahabat çok ilginç çıkarımlarda bulunmanıza yardım edecek.

Okudukça, yakın çevremizde yaşadıklarımızla Mahabat'ın benzerliklerine şaşıracak, sanki 'ben bu olayları şu anda yaşıyorum' diyeceksiniz.

Bugün, kısmi ve geçici başarılarını zafer olarak kutlayanların mutlaka ders alması gereken, tarihin yeniden tekerrürünü önlemek için şapkalarını önlerine koyup, yeniden düşünüp hatalarından vazgeçmelerini sağlayacak bir vaka Mahabat Cumhuriyeti...

Zaman, II. Dünya savaşının son yıllarıdır. Savaşta Nazi Almanyasını destekleyen İran işgal edilir. Güneyi İngiltere, Kuzeyi Sovyetler Birliği (SSCB) tarafından.

Savaş bitince İngiltere ve müttefiki ABD ile SSCB, İran'dan çekilme konusunda bir anlaşmaya varırlar. Ancak SSCB İran işgaline son verirken, kendisine uydu devletler yaratma amacıyla bölgede iki suni (paravan) devlet kurar. Bu sözde devletler; Güney Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ile Mahabat Sosyalist Kürt Devleti'dir.

Mahabat, Kürt tarihinde devletleşebilmenin ilk örneği, ilk siyasi oluşum, ilk deneme... Mahabat'ın ömrü 11 ay sürer. Sonu kanlı olur, devlet denemesi hüsranla biter.

Devlet oluşumu esnasında Molla Mustafa Barzan'i devre dışı bırakılmıştır. SSCB'ye göre (baba) Barzani İngiliz ajanıdır, kökeni itibariyle İsrail'den bağımsız hareket edemez ve Kürtlerin aleyhine çalışmaktadır.

Mahabat kurulmadan önce, İran Kürtleri SSCB desteği ile silahlandırılır, 'işbirlikçi' İranlılar, işgalcilerin çekilme arefesinde kendi ülkelerine karşı silahlı bir isyan başlatırlar. Bu esnada SSCB, uluslararası arenada Mahabat hareketinin desteklenmesi için çaba sarf etmektedir. SSCB'nin desteği silah, mühimmat temini ve diplomatik atakla sınırlı kalmaz, Mahabat'ın altyapı yatırımları başlar, devlet organlarının teşkili için binlerce Rus uzman İran Kürt Devleti'ne gelir. Rus askeri uzmanlarının eğittiği peşmergeler, kendilerini düzenli ordu zannederler.

Devlet olmanın özelliği olan bayrak konusunda Mahabatçılar ve Ruslar birlikte hareket ederler, (bugün K. Irak'ta kullanılan) yeşil, kırmızı, beyaz üzerine sarı güneşin semboliğe edildiği bayrak konusunda hemfikir olurlar.

Tarih 22 Ocak 1946'yı gösterdiğinde Kürtlerin SSCB etkisindeki lideri Kadı Muhammed 'İran Mahabat Kürt Cumhuriyetini' ilan eder. Hemen akabinde SSCB ile askeri, ekonomik ve uluslararası ilişkiler sahasında tam dayanışmayı kapsayan bir anlaşma imzalanır. Yeni inşaat hamleleri başlar. Mahabat Rus uzman ve KGB ajanı ile kaynamaktadır.

Ya sonra?

İngiltere, Güney İran'dan çekilir. Ruslarda Kuzey İran'ı boşaltırlar. Rusların kurduğu Güney Azerbaycan, İran ile birleşir, bütünleşir.

1946 yılının sonunda, İran, bu sözde devletin mevcudiyetini sona erdirmek için harekete geçer. İran en büyük desteği Türkiye'den görür. Mahabat'ın kuruluşundan tam 11 ay sonra, Kadı Muhammed'in sözde ordusu (peşmergeler), SSCB desteğine rağmen İran ordusu karşısında perişan olurlar.

Devlet denemesi kanlı bir sonla tarihe karışır. Peşmergeler hiçbir direniş gösteremeden dağılırlar. Tarihi değiştirdiklerini, bölgede kendi çıkarlarına göre devlet dizayn ettiklerini zannedenler yanılırlar.

Türkiye yine büyüklüğünü gösterir. İran ordusundan kaçıp Türkiye'ye sığınan peşmergeleri İran'a teslim etmez, koruma altına alır. Bu peşmergeler daha sonra K. Irak'a geçeceklerdir.

Bu başarısız deneme günümüzdeki zorlamalarla ne çok benzerlikler içeriyor değil mi? İşgalci bir ülke, bu ülkenin bölmeye çalıştığı işgal edilen ülke, bölünen ülkede kurulmaya çalışılan devletçikler...

Tarih bu çabaların başarısızlığını yazıyor. Üstelik SSCB, Mahabat'a komşu bir ülke. ABD gibi binlerce km uzaktan gelmiş ve tekrar ayrılıp gidecek de değilken yaşanan bu hüsran, umarım birilerine ders olur.

Mahabat'tan çıkacak bir diğer önemli sonuç, her şey güllük gülistanlık iken birlikte olan Kürt grupların, İran'ın saldırısı sırasında ve sonrasında birbirlerine düşmesidir. İran'ın saldırları başlar başlamaz, bazı Kürtler saf değiştirirler.

Netice direnemezler, SSCB temsilcileri, uzmanları, ajanları bölgeyi terk eder. Tutuklanan isyancılar Mahabat'ta askeri mahkemede yargılanırlar. Suç, devlete isyan ve vatana ihanettir. Mahkeme, Kürt devletinin üç kurucusunu (Kadı Muhammed, Seyfi Kadı ve Sabri Kadı'yı) idama mahkum eder.

Mahabat'ın üç lideri ve daha nice isyancı, önce İran bayrağı öptürülüp, daha sonra 'sözde' bayrak çiğnettirildikten sonra idam edilirler.

Sözde devletin, sözde başkanı asılırken üzerinde çok güvendiği SSCB askeri üniforması vardır.

Daha önce demiştik, birileri ABD çekilince K. Irak'ta ne olur iyi anlatsın Mesut Barzani'ye diye... Keşke Mustafa Barzani yaşasaydı da kendi deneyimlerini aktarsaydı hem II. Mahabatçılara ve hem de oğluna...

AKP'nin Yaşattığı İkilem

AKP ile ilgili yapılan analizlerin, yazılan makalelerin pek çoğunda bir ikilem görmek mümkün. AKP’ye ideolojik olarak karşı olanlar bile ‘aslında son 4 yıldır ekonomi fena yönetilmiyor, Türkiye son 30 yılın en istikrarlı dönemini yaşıyor’ diyorlar.

3 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki yazısında Ertuğrul Özkök’de aynı ikilemi yaşıyor, bir taraftan AKP ile yaşadığımız problemlere dikkat çekerken diğer taraftan da ‘Türkiye bu dönemde dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girdi diyor’.

Benim bu görüşe itirazım var, ulaşılan bu sonuca rezervlerim var.

AKP’nin istikrarlı dönemi konusunda ilk itirazımı ‘Dünyanın neresindeyiz?’ isimli analizde yapmıştım. Mevzuat ıslahatları ve para piyasalarının dışa açılması hariç Türkiye son beş yılda pek çok sahada bir arpa boyu yol gitmemiştir.

Yine aynı yazıda anlatıldığı şekilde, Türkiye son beş yılda yolsuzluk ekonomisinde sınıf atlamayı bırakın, gerilemiş ve bir alt kategoriye düşmüştür (Bu analize ait verilerin ham haline http://www.mediamax.com/thenewport/Links/520EB730B3 adresinden ulaşabilirsiniz).

Özkök’ün ve diğer yazarların AKP’nin performans değerlendirmesinde söyledikleri bir açıdan doğrudur. Türkiye ‘nominal’ milli gelir sıralamasında dünyanın 22. büyük ekonomisine sahiptir (Tüm dünya ülkelerinin GSYİH – Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla, kişi başına düşen GSYİH ve GSYİH büyüme oranlarına ve ülke mukayeselerine http://www.mediamax.com/thenewport/Links/A4F5FFC47A adresinden ulaşılabilir).

Türkiye, ‘Yahoo World Statistics’ verilerine göre GSYİH dikkate alındığında dünyanın 22. ülkesi, mili gelir büyüme hızı açısından dünyanın 24. ülkesi, kişi başına düşen milli gelir açısından dünyanın 89. ülkesidir*.

Milli gelirin nominal büyüklüğü, bir ülkenin ekonomik gücü hakkında bilgi verebilir, fakat bu bilgi yanıltıcıdır. Aynı şekilde kişi başına milli gelirde kesin bir yargıda bulunmamızı sağlamaz. Verilere teker teker bakarak ne Türkiye’nin dünyada 22. büyük ekonomisine sahip olduğunu ne de 89. sırayı aldığını söyleyemeyiz.

Örneklerle gidersek:

1. Kişi başına milli gelir, nüfusu az olan ülkelerde ekonomik büyüklüklerine nispeten çok yukarılarda gerçekleşebilir ve yanıltıcı sonuçlar verir. Avustralya’nın doğusunda yer alan (Okyanusya’da bir ada ülkesi olan) Nauru’nun kişi başı milli gelir seviyesi, tek başına bakıldığında, bu ülkenin dünyanın en önemli ülkelerinden birisi olduğunu gösterir. Oysa bu ülkenin yok denecek kadar az olan nüfusu, adada bulunan zengin fosfat yatakları sayesinde müreffeh bir hayat sürerler. Aynı şekilde Lüksemburg’un kişi başı gelir verileri de bu ülkenin ekonomisine ait yanıltıcı çıkarımlarda bulunmamızı sağlar.
2. Hindistan’ın kişi başına düşük gelir seviyesi, Nauru ve Lüksemburg örneklerinin tam aksine kalabalık ülkeler için bu kıstasın kullanılamayacağını gösterir. Hindistan, kişi başına gelir seviyesinden çok daha güçlü bir ekonomiye sahiptir.
3. GSYİH seviyesi, nominal değere bakıldığında, pazar büyüklüğü bilgilerine ulaşmamızı sağlar, ekonomilerin gücünü göstermez. Bu sebeple nominal GSYİH açısından dünya sıralamasında üst sıralarda yer alan bir ülkenin, reel sıralamada daha alt seviyelerde yer alması beklenebilir.
4. Metodolojik olarak yanlış olsa da, her iki istatistik (GSYİH ve kişi başına GSYİH) bir fikir verebilir, bir çıkarımda bulunmamızı sağlamaz.
5. Doğrusu, tek bir faktöre göre değil, tüm ekonomik büyüklük faktörlerini dikkate alarak karar vermek gerekir.
6. Eğer elimizde sadece yukarıda anlatılan iki istatistik varsa, ‘daha doğru’ analiz yapmak için en basit metot, iki istatistiğe göre oluşan dünya sıralamasının ortalamasını almaktır.
7. Bu yönteme göre ise Türkiye’nin milli gelir büyüklüğünün dünyadaki göreli gücü (nüfus dikkate alındığı takdirde) 55. sıraya karşılık gelecektir.
8. Türkiye’nin milli gelir seviyesine göre daha düşük gerçekleşen kişi başına gelir seviyesi hem Türkiye’nin nüfusuna bağlıdır, hem de ekonomik büyümenin (Singer’in dediği gibi) ‘fakirleştiren büyüme’ olmasındandır.

Sonuç olarak, nominal milli gelirimizin dünyada 22. sırayı alması, Türkiye’nin pazar büyüklüğüdür. Bu sonuçta önemli bir başarıdır ve yadsınamaz, fakat ekonomik gücümüz malesef bu seviyenin epey altındadır.

Objektif olmak için bir tespiti iyi yapmak gerekir. Nasıl ki, piyasalarda var olan istikrar, özellikle AKP öncesi dönemde uygulamaya konulan istikrar programlarının sonucu ise ve AKP bu istikrarın korunmasında gayret etmiş olmasına rağmen bu başarının tek başına mimarı değilse, ekonomik gücümüzün bu düşük seviyede gerçekleşmesinin müsebbibi de AKP değildir.

Bu resmin arkasında 1970’lerin son döneminden itibaren yaşanan ekonomik krizlerin payı vardır.

-----------------------------------------------------


* Dünya Bankası verileri dikkate alındığında (http://siteresources.worldbank.org/ICPINT/Resources/Atlas_2005.pdf) Türkiye’nin dünya sıralamasındaki yeri ‘Atlas metoduna’ göre 86, ‘Satın alma gücü metoduna’ göre 89’dur.

Bolivar mı Zapatero mu?

ASAM-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi periyodik yayınlarından Stratejik Analiz’de, Araştırmacı Ekin Keskin ile birlikte yaptığımız bir analizde (Uluslararası Politikada Ekonomik Yaptırımlar, Temmuz 2000, Cilt 1, Sayı 3) bir öngörüde bulunmuştuk: Dünyada ABD’nin etkinliği azalacak demiştik!

O zamanlar, her ne kadar çalışmamız kantitatif temellide olsa, epey tepki almış, hayalî olmakla suçlanmıştık. Aradan geçen 7 yılda, dünya bu görüşü haklı çıkaran gelişmelere şahit oldu.

Önce SSCB’nin parçalanması ve soğuk savaşın bitişi ile birlikte ABD’nin global olarak dünya politikası, ekonomisi ve her şeyden önemlisi askeri gücüne hâkimiyeti gerçekleşti. Bu büyüme ve artan etkinlik beraberinde tarihçi Paul Kennedy’nin ‘Emperyal Büyüme’ teorisinin doğmasına yol açtı. Kennedy’ye göre, bir emperyal güç için belli bir ‘optimum’ büyüklük söz konusudur. Emperyalist gücün kaynakları veri iken ulaşabileceği bir maksimum etkinlik (hüküm süreceği bir coğrafya) vardır. Bu kritik eşiği aşan ülkeler için kader diyebileceğimiz şekilde bir düşüş başar.

Bu düşüş aslında tek taraflı değildir, mutlak da değildir. Her şeyden öte nispidir, görecelidir. Emperyal gücü elinde tutan ülke aslında belki irtifa kaybetmemektedir, fakat rakipleri büyüdüğü için göreli gücü ve etkinliği düşmektedir.

Bugün dünya entelektüelleri bu olguyu konuşmaktadır. Biz ilkin bu konuyu ‘Çinliler ve Mark Antony’ (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=51753) yazımızda ele almıştık.

Uluslararası politika analistlerinin tartıştığı ve üzerinde hemfikir oldukları gelişmeye göre, ABD gücüne rakip ülkelerden artan oranda tehdit söz konusudur. Jeo-politik rakipler artmaktadır. Çin, rakipsiz ekonomik üstünlüğü ile hem inanılmaz ekonomik büyüme oranları yakalamakta hem de son 2 yıl içerisinde harekete geçirdiği politik stratejileri ile Afrika, Güney Amerika ve Orta Asya ülkelerinde atağa geçmektedir. Çin’den gelen tehdidin bir başka boyutu ise askeridir, Büyük modernizasyon projeleri ve Pasifik’te ABD’ye karşı konuşlandırılan deniz kuvvetleri Washington’un korkulu rüyası olmakla kalmayıp belki Irak’a sevk edilecek askeri birlikler için bir limit oluşturmaktadır.

Rusya ve Hindistan, aynen Çin gibi bir taraftan ekonomik büyümeyi istikrarlı hale getirmiş, diğer taraftan jeo-politik atılımlarla ABD menfaatlerinin aleyhine stratejiler geliştirmektedirler.

AB ise tek para birimi ve güçlü blok ekonomik yapısının yanı sıra, ABD’den bağımsız ortak güvenlik ve dış politika geliştirme konularında hayli mesafe almıştır.

Bütün bunların ötesinde, ABD’nin, tüm dış politika sisteminin dayalı olduğu ekonomik gücü ciddi zafiyetler geçirmektedir. ABD’nin dev ticaret ve bütçe açıkları, ülkenin yurtdışı operasyonlarını maliyetleri dikkate alındığında alarm verilecek boyutlara ulaşmıştır.

Tabi ki tüm bunların yanı sıra, tüm dünyadan, faaliyet sahaları çok farklı NGO’lar-sivil toplum örgütleri, halk hareketleri ve politik gruplar, ABD’nin dünya hegemonyasına karşı faaliyetlerini artırmışlardır.

Bir vaka çalışması, Venezüella…

İşte bu çerçevede, Güney Amerika ülkelerinden Venezüella belki de, ABD’ye başkaldırı için bir vaka çalışması (bir laboratuar) görevi görmektedir.

Her ne kadar, Washington’daki gözlemcilere ve analistlere göre Venezüella Devlet Başkanı Chavez sadece bir popülist olsa da, bu ülkedeki değişim ve yeniden yapılanma Pentagon’da çok ciddiye alınmaktadır.

Venezüella’yı daha iyi anlamak için sadece Mayıs ayı içerisinde meydana gelen gelişmeleri alt alta sıralayalım:

1. Venezüella, millileştirme politikalarının bir parçası olarak milli telekom şirketi Nacional Telefonos de Venezuela’daki hisse oranını artırarak kontrolü ele geçirdi (10 Mayıs)

2. Chavez, ülkedeki bankaların, proje finansmanlarında yerli şirketlere öncelik sağlamaması durumunda, bankacılık sektörünün millileştirileceğini açıkladı (4 Mayıs)

3. Venezüella, IMF’in uyarılarını dikkate almayıp, asgari ücretleri %20 oranında artırdı (1 Mayıs)

4. Chavez, ülkesinin IMF ve Dünya Bankası üyeliklerinin sona ereceğini ilan etti (28 Nisan, 1 Mayıs)

5. Chavez, ülkenin en büyük petrol yataklarını işletme imtiyazına sahip Orinoco Oil şirketini millileştirdi. Bu son 20 yılda dünyada yaşanan en büyük millileştirme politikası oldu (2 Mayıs)

6. Chavez, sanayide millileştirmelerin devam edeceğini duyudur (4 Mayıs)

7. Venezüella ile Çin arasında ikili ekonomik işbirliği anlaşması imzalandı (7 Mayıs)

Çıkarımlar…

Değişimin yaşandığı bir ülkede son on beş günün hızlı trafiğinden bazı notlar bunlar… Önemli çünkü son yirmi yıldır dünyaya hâkim olan IMF ve Dünya Bankası söylemlerinin aksine gelişmeler, Çin’in kabuğunu yırtıp ABD’nin arka bahçesinde etkin hale geldiğini gösteren gelişmeler.

Venezüella çok önemli bir değişim yaşıyor. Dedik ya bir vaka çalışması bu ülke şu an, dünya için, hatta bizim için.

Biz, dünya politikasının ve ekonomisin, uzun ve kısa çevrimlerden oluştuğunu göremediğimizden, şu an için moda olan özelleştirme trendinin sonsuza kadar gideceğini zannedebiliriz. Hatta belki ABD’nin dünya jandarmalığının ve etkinliğinin de sonsuz olduğunu düşünebiliriz.

Oysa gelişmeler, dünyanın yeniden şekillenmeye başladığını, dünya jeo-ekonomisinin çok önemli gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Her şeyden önemlisi (özellikle Çin ve Hindistan’ın artan etkinliği) ekonomik gücün beraberinde politik etkinliği artırdığını ispatlıyor.

Sözün özü, önümüzdeki dönem, IMF ve Dünya Bankasının dünyadaki rollerinin sorgulandığı, Asya’da ve Güney Amerika’da yeni ekonomik ittifakların ortaya çıktıkları bir süreç olacak.

Bu sürecin ‘kahramanı’ ise hiç kuşkusuz Chavez’dir. Chavez için karar vermek henüz kolay değil. Washington'un iddia ettiği gibi sığ bir popülist mi yoksa devrimci bir latin ruhu mu taşıyor, bunu hep beraber göreceğiz.


Notlar:

1. Venezüella’daki politika değişiklikleri için bakınız http://www.venezuelanalysis.com/

2. Yeni yazımın konusu Kuzey Irak’a sıçrayan savaş olacak.

Bu Hesapta Bir Yanlışlık Var!

Varsayalım, yabancı bir haber ajansı dünyaya bir haber geçse ve ‘Nukedland’ isimli ülkenin Başbakanının, ‘ülke milli gelirinin, Nukedland kurulduğundan kendi iktidar dönemlerine kadar geçen sürede 181 milyar dolar seviyesine geldiğini, kendilerinin ise iktidarları döneminde (2002 yılından bu yana) 4.5 yılda milli geliri 400 milyar dolara çıkartma başarısını gösterdiklerini' iddia ettiğini duyursa, hiç kimse şaşırmaz inanın.

Adı üzerinde Nukedland, bir nükleer kıyamet geçirmiş, 79 yılda kurulan tüm tesisler, fabrikalar yıkılmış, ulaşım ağları yok olmuş, enerji tesisleri harap olmuş, üretim seviyeleri ‘sıfır’ noktasına inmiş deriz, sonra bu ülkede mucizeler yaratan bir partinin iktidara gelip ülkenin gelir seviyesini 400 milyar dolara çıkardığını anlarız.

Erdoğan diyor ki...

Oysa, bu rakamlar bir hayali ülkenin değil, konuşanda bizim Başbakanımız Sayın R. T. Erdoğan.

Başbakan şunu söylüyor: 79 yılda siz 181 milyar dolarlık bir ekonomi ortaya çıkardınız. Biz ise 219 milyar dolarlık bir ekonomi yarattık. Biz 5 yılda 79 yıllık üretim kapasitesinden daha fazla kapasite yarattık!

Denilmek isteniyor ki bizim 4.5 yıllık dönemimiz Cumhuriyet döneminin tüm başarılarından da parlak!

Başbakan ya yanılıyor, ya da gerçekleri çarpıtmak işine geliyor.

Türkiye’nin ismini vermeden, bu rakamların bir örnek ülke için ‘hayali’ olarak yaratılmış olduğunu söyleyerek bir ekonomistin yorumunu sorsanız, alacağınız cevap ‘saçma’ olacaktır.

Milli gelir nasıl hesaplanır?

Önce ‘milli gelirden’ ne anlıyoruz onu açıklayalım. Devlet istatistik Enstitüsü (http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm) milli geliri (Gayri Safi Yurtiçi Hasılayı) ‘GSYİH, bir ekonomide yerleşik olan üretici birimlerin belli bir dönemde, yurtiçi faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları tüm mal ve hizmetlerin üretim değerleri toplamından bu mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılan girdiler toplamının düşülmesi sonucu elde edilen değerdir’ diye tanımlıyor. Bu tanım iktisat teorisinin öğretisidir.

Yani açarsak, bir yıl içerisinde (ister 2001 yılında isterse 2006 yılında) Türkiye’de yaratılan milli gelir, ‘yerleşik üreticilerin’, kurulu tesislerin yarattığı mal ve hizmet toplamıdır. Bu tesisler üretim hammaddelerini ve enerjiyi yine daha önce tesis edilmiş (var olan kaynaklardan) temin etmekte, yine daha önce tesis edilmiş ulaşım ağlarını kullanmaktadırlar.

Hesap hatasını düzeltelim...

Eğer Başbakanın dediklerine inanacak olsak ve milli gelirin mutlak değerinde 2007-2002 yılları arasındaki artışın AKP döneminin başarısı olduğunu kabul etsek, Türkiye’nin 2002 öncesi bir nükleer savaş geçirdiğini de kabul etmemiz gerekir.

Başka bir deyişle, eğer artan milli gelir bu iktidarın, salt AKP’nin başarısı ise bu durumda, 2002 yılında Türkiye’nin kurulu kapasitesinin, yerleşik üretim birimlerinin seviyesinin ‘sıfır’ olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.

GSYİH son 5 yıl içerisinde iki sebepten artmıştır: Artan kapasite kullanım oranları ve mal ve hizmet üretim kapasitesinde artışlar.

Ve Erdoğan'a soralım...

Sayın Başbakana sorulacak soru şudur, varsayalım ki, sizden önce kurulmuş tüm tesisleri devre dışı bıraksanız ve sizden önce kurulan (sağlanan) enerji kaynaklarını kullanmasanız, üretilen malı sizden önce kurulan ulaşım ağlarını kullanmadan ‘pazara’ ulaştırmaya çalışsanız, acaba şu anda milli gelirin seviyesi ne olurdu? 5 milyar dolar, 10 milyar dolar?

Eğer Başbakan, önceki dönemlerde (Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren) tesis edilen üretim kapasitesinin ‘kapasite kullanımını artırdık’ deseydi haklısınız derdik.

Şimdi birileri kalkıp, iyide GSYİH’yı bırak sen Gayri Safi Milli Hasılaya bak (bu milli gelir hesabına dış faktör gelirleri de dahil) diyecektir.

Bu hükümet döneminde bir ihracat patlaması olduğu doğrudur. Fakat el insaf, ihracat ancak, üretim kapasitesi varsa mümkündür. Siz kurulu kapasite olmadan (satacak mal olmadan) neyi nereye satabilirsiniz?

Haksızsınız Sayın Başbakan. Türkiye’nin ulaştığı 400 milyar dolarlık milli gelir seviyesi 4.5 yılda ortaya çıkmamıştır, 84 yıllık birikimin eseridir.

Siyasetçiler inkarı sevebilir fakat devlet adamlarına yakışan takdirdir. Sizin inkarınız sadece isimlerini zikrettiğiniz DYP’yi, CHP’yi, MHP’yi değil aynı zamanda Cumhuriyeti kuranların, yok ve yoksulluk içerisindeki Türkiye’de ortaya çıkardıkları başarıları da küçümsemektir.

--------------------------------------------------------------------------------
Başbakanın konuşmalarını yanlış yönlendiren zevata, Cumhuriyet dönemi iktisat tarihini ve esas mucizelerin yaratılış hikayelerini daha iyi öğrenmeleri için kısa bir kitap listesi:

1. Türkiye İktisat Tarihi, Niyazi Berkes
2. Türk İktisat Tarihi, Ahmet Tabakoğlu
3. Osmanlı-Türkiye İktisat Tarihi Üzerine (Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914), Şevket Pamuk
4. Türkiye İktisat tarihi (1908-2002), Korkut Boratav
5. Cumhuriyetin İktisat Tarihi, Yenal Oktay

Toplumsal Linç İsteyen Var mı?

Toplumsal tepki anti-demokratik olmak zorunda değil... Teröre tepki vermek, reaksiyon göstermek, karşı çıkmak, kalabalık psikolojisi ile davranmayı gerektirmez.


Tepki Linç Değildir!

Genel Kurmayın teröre tepki gösterilmesi isteği, ne tür bir tepkinin istendiğine, arzu edildiğine göre tasvip edilebilir veya tasvip edilemez.

Toplumsal tepki anti-demokratik olmak zorunda değil... Teröre tepki vermek, reaksiyon göstermek, karşı çıkmak, kalabalık psikolojisi ile davranmayı gerektirmez.

Doğrudur, tepki bireysellikten uzaklaştıkça topluluk psikolojisi ile ilintili olmaya başlar, toplumsal tepki haline gelir.

Fakat toplumsal tepki ile ‘kalabalık psikolojisini’ birbirinden ayırt etmek gerekir. İlkin, kalabalıklar psikolojisinin, bir kalabalık içerisinde bulunan insanların psikolojisi anlamına geldiğini belirtelim.

İstenilen Türk kökenli vatandaşların Kürt kökenli vatandaşlarımıza tepki göstermesi, hatta bazılarının iddia ettiği gibi bir sosyal linç safhasına geçilmesi değildir.

Bu olsa olsa PKK’nın istediği ve arzu ettiği bir gelişme olur. Zaten terör örgütünün istediği, hayalini kurduğu gelişmede budur.

Teröre tepkiden anlaşılması gereken, yakın tarihte İspanya’da yaşanan teröre karşı toplumsal karşı direniştir.

Benim Genel Kurmay bildirisinden anladığım, aynen İspanyolların; eli kanlı militanları, militanlara psikolojik destek sağlayan ‘aydınları’, militanların/örgütün destekçilerini, militanların kanlı eylemlerinden kahramanlık hikayeleri yazan sözde ‘bağımsız’ medyayı kınamaları, İspanyol toplumunun vicdanında mahkum etmeleri gibi bir tepki isteniyor.

Öncelikle belirtelim ki, toplumsal tepki; bazı toplumsal veri, olgu ve olayların sonucu ortaya çıkar.

Sosyoloji, toplumsal tepkileri üç ana grupta toplar:

1. Oybirliği fikri çevresinde gelişen tepkiler (bu durumda kalabalık arasında zihni bir birlik vardır; bireylerin coşkuları, inançları ve arzuları ortaktır).
2. Ani değişen, hatta kalabalık içerisindeki bazı bireylerin davranışları ile şekillenen tepkiler (kalabalık arasında bölünmüşlük söz konusudur, grup kolaylıkla maniple edilebilir, provokasyonlara açık haldedir).
3. Yönetilen, örgütlü tepkiler (kalabalığın bir merkez idare yapısı vardır, liderlik müessesesi kalabalığa hakim olur ve yönlendirir).

Açıkçası tepkinin bu üç gruptan hangisinin özelliğini taşıdığı hem tesirini hem de kalıcılığını belirleyecektir.

Ortaya konan tepki ne kadar iyi yönetiliyorsa, tepkiyi koyanların arasındaki zihni birlik ne kadar homojense tepki o nispette etkili olacak, kalabalıklarda, kuru kalabalık olmaktan kurtulacaktır. Aksi durumda insan sürüsünden oluşan kalabalığın tepkisi ya yıkıcı olacaktır ya da etkisiz bir hareket olacak kalacaktır.

Örneğin linç olayı, yönetilmeyen kuru kalabalıkların yapacağı bir eylemdir. Şiddet düzensizdir ve kişiler arasındaki etkileşim spontanedir.

Düzensiz, dağınık ve belirli bir hareket kalıbı geliştirmeyen, kışkırtmalara açık kuru kalabalıkların işidir linç... En önemlisi kalabalığın arasında zihni birlik yoktur. Aidiyet duygusu eksiktir, toplulukta homojenlik yoktur. En kötüsü lidersiz olan kalabalık sürü psikolojisini taşır ve kurumsal yapısı olmadığı için şiddete meyli oldukça fazladır.

Toplumsal tepki ile ilgili yapılan güncel tartışmada düşülen hata buradadır. Birileri kalkıp, Genel Kurmayın veya teröre karşı tepki vermeye çalışanların linç tümenleri oluşturacağını söylemektedirler. Oysa ‘iyi niyetli’ bu isteğin arkasında yatan güdü, teröre karşı psikolojik bir mücadele başlatmak, Türkiye’nin değneksiz köy olmadığını göstermektir. Arzu edilen örgütlü ve kurumsal yapısı olan kalabalıklar tesis etmektir.

Bu tür tepkiler aslında toplum psikolojisi açısından rahatlatıcı hususlarda taşır. Spontane gelişecek eylemlere göre planlı tepkiler daha çok kontrol edilebilir mahiyette olacaktır. Her şehidin toplumun yüreğinde açtığı yara (örgütlü tepkiler gelişmediği takdirde) kuru kalabalıkların tepkisini doğuracak, şiddete eğilimli gruplar ortaya çıkacaktır.

Genel Kurmayın son bildirisine birde bu açıdan bakmak gerekir. Yapılmak istenen sadece teröre karşı psikolojik savaş ilan etmek değildir, aynı zamanda toplumdan yükselebilecek şiddete meyilli tepkileri kontrol etmek, tabir doğruysa, toplumsal basıncı düşürmektir.

Genel Kurmayın isteğine şiddetle karşı çıkanları iki gruba ayırmak mümkün. İlk grup, demokratik yapıları gereği (tepki kelimesini yanlış anlayarak, bir Türk-Kürt çatışması doğar endişesi ile) karşı çıkanlardır.

İkinci grupsa, Türkiye’de teröre hangi şekilde olursa olsun tepki verilmesinden rahatsızlık duyanlardan oluşmaktadır. Bu gruptakiler bugüne kadar PKK’nın terör örgütü olduğunu bile söyleyemeyen, ‘Aydınların Afyonu’ yazımızda dediğimiz gibi; demokrasinin en küçük hatasına karşı savaş açıp, eğer bir ideoloji uğruna işlenmişse büyük katliamlara ve insanlık suçlarına göz yummayı bırakın alkış tutanlardır.

Benim bu ikinci gruba diyeceğim bir şey olamaz. Onlar zaten saflarını belli etmişlerdir.

Yinelersek; terör örgütü haricinde hiç kimse ve hiçbir grup toplumsal linç gibi bir düşünceyi aklının ucundan bile geçiremez, ima bile edemez.

Toplumsal tepki gösterilmesi isteğinin arkasında yatan en önemli amaç, terörün ve yardakçılarının toplum vicdanında mahkum edilmesidir.

Açıkçası ortada savaş varmış gibi kalkıp barış isteyenlere eğer tepki gösteremeyeceksek, ne yapacağız? Barış istemek, bir savaşın olduğunu kabul etmek demektir. Bu durumda yapılanın terör olduğunun inkarı ve terör örgütünü muhatap almak söz konusu olur.

Tepkiyi hak eden barış isteklerinin sahipleri eğer aptal değillerse kötü niyetlilerdir.

Tepki; kanlı örgütten özgürlük savaşçısı bir kahramanlar ordusu yaratmaya çalışılanlaradır. Tepki; bebek katillerinden barış güvercinleri meydana çıkarmaya çalışanlaradır. Tepki; Türkiye’nin yanında olmayı bırakın tarafsız bile olamayıp terör örgütünün hamiliğine soyunanlara, katiller ile şehitleri aynı kefeye koyanlaradır.

En önemlisi tepki afyon yutmuş aydınlaradır...


Duygusallıktan Rasyonelliğe

Yaşadıklarımızın hepsi sosyal birer uyarıcı... Bu uyaranlara top yekun aynı tepkiyi vermeyiz hiçbir zaman. Kimimiz daha çok kızarız, kimimiz daha sakinizdir... Kimimiz daha toleranslıyızdır kimimiz daha katı...

Neden aynı olaya farklı gözlüklerle bakarız?

Yaşadıklarımızın hepsi sosyal birer uyarıcı... Bu uyaranlara top yekun aynı tepkiyi vermeyiz hiçbir zaman. Kimimiz daha çok kızarız, kimimiz daha sakinizdir... Kimimiz daha toleranslıyızdır kimimiz daha katı...

Bu farklılığın arkasında acaba sadece zihni altyapımızdaki ideolojik kalıplar mı rol oynar yoksa algılama farklılıklarını yaratan başka sebepler var mıdır?

Algılama, beyin fonksiyonlarımızın çalışması sonucu ortaya çıkar. Örneğin, şeklini görmesek bile, ağaç deyince hepimizin aklına aşağı yukarı aynı şekil gelir. Bir deney yapmak için, bazı denekleri alsak, hiçbir resim/şekil göstermeden ‘bir masa’ tarif etmelerini istesek, aynı sonuçlarla karşılaşırız.

Sosyal olaylarda, uyarıcılarda da durum üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Öyleyse bizi farklı kılan kişilerin farklı algılaması olmasa gerek. Algılamadan çok ‘anlama’ yaratmaktadır fikir ayrılıklarını ve kavrayış farklılıklarını.

Anlamadan kaynaklanan farklılıkların toplumdan topluma değişmesi bize öncelikle ‘kültürün’ önemine işaret eder. Dolayısı ile kültürü oluşturan ve kültüre tesir eden her faktör anlamayı da değiştirmektedir.

Eğer gruplandırma yapmak gerekir, dünyayı batı ve doğu toplumları diye kabaca ikiye ayırırsak; batı her faaliyetini ve düşüncesini ‘akli’ diyerek özetleyebileceğimiz bir çeşit sebep-sonuç ilişkisi içerisinde yorumlar. Doğu toplumlarında ise (genelleme yaparsak) mekan ve zaman kozmik boyutlar içerisinde, rasyonalitenin kuralları ile kavranmaz. Metafizik, fiziğin yerini alır.

Anlama farklılıkları bir toplumdan diğerine (kültür üzerinden) ayrışmalar gösterirken, aynı durum örnek olarak alınacak bir toplumun kendi içerisinde de gözlenir. Netice, hiçbir toplum homojen olmadığı için, bireylerin veya toplumun içerisindeki grupların algı-anlama seviyeleri farklı farklı olacaktır.

Eğer örnek olarak tek bir ülke, tek bir toplum ele alınacak olursa, jenerasyon (yaş farklılıkları), meslek (çalışılan sektör), cinsiyet farklılıkları, coğrafya ve özellikle etnoloji algılama-anlama farklılıklarını yaratan sebepler olarak ortaya çıkar.

İşte bu nokta, neden tek gerçeğin olamayacağını, sosyal olaylarda birden çok doğrunun olması gerektiğini ortaya çıkarır. Madem, algı-anlama bize gerçeği gösterir, madem tek bir algı seviyesi yoktur, bu takdirde tek bir gerçekte söz konusu değildir.

Bizim yaşadığımız kavram kargaşalarının da arkasında bu durum yatar. Bu çeşit çatışmalar (doğuya ait Türk toplumunda) batıya oranla daha çok gözlenir.

Ne kadar akli davranabilirsek, faaliyetlerimizi ne kadar çok sebep-sonuç ilişkisine dayandırır ve metafiziğin ‘duygusal tepkilerinden’ kararlarımızı arındırabilirsek, o denli yeknesaklaşmış gerçekle yüzleşiriz.

Gerçek ancak bu koşullar sağlandığında ‘kurumsallaşacaktır’. Aksi durumda (bilim ve tekniğin anlamadaki rolü artmadığında) olayların anlamı hiçbir zaman mutlak bir kimlik taşımayacak, gerçek denilen şey belli grupların iddiaları seviyesinde kalacaktır.

Bu tespitin yanı sıra, geçmiş hep şimdiki zamanın belirleyicisi olacaktır. Statik yapı, geçmişte yaşananların saklanmasını engelleyecek, geçmişten bugünü inşa edecek çerçeveler ortaya çıkaracaktır.

Bugün yaşanılan toz ve dumanın en önemli sebebi de budur. Tek ve mutlak gerçeğe, aynileşmiş algılama seviyesine ulaşmamızı engelleyen doğululuğun duygusal tepkimeleridir. Rasyonalite mağlup olmuştur, duygusal tepkiler ön plandadır, anlamaya dayanan kararlar anlık ve yanıltıcıdır.

O zaman, rasyoneliteyi gömüldüğü yerden çıkarmak olmalı birinci görevimiz. Çünkü öfkenin zarara yol açması, öncelikle irrasyonelitenin yanıltıcı kararlarından kaynaklanır.

Zaman sakin olmak ve rasyonel davranmak zamanıdır...

22 Haziran 2007

Washington'un Felaket Senaryosu

Masal yatsıya kadar bile sürmedi...

Herman Kahn tarafından 1961 yılında kurulan Hudson Institute düşünce kuruluşu ve Genel Kurmayın isimleri çevresinde koparılan fırtınanın hizmet etttiği amaç nihayet ortaya çıktı.

Fırtınanın en etkili olduğu ilk iki gün çizilen resim ile 'gerçek' resmin arasında epey fark var...

Türkiye kamuoyuna sunulan ilk resmi tekrar etme gereği yok sanırım. Anlatılan hikaye; Genel Kurmayın stratejik araştırma birimi SAREM yetkililerinin de dahil olduğu bazı 'oyuncuların' Türkiye ile ilgili bir kıyamet senaryosunu çalıştıkları, bu senaryo ile Türkiye'nin istikrarsızlaştırılması ve neticede K. Irak operasyonuna temel teşkil edecek bir ortam hazırlanacağı idi. Bu 'senaryonun' en ilgi çekici tarafı ise Genel Kurmay yetkililerinin de aralarında bulundukları oyuncuların 'seçim öncesi dönemde terörle mücadelede sağlanacak bir başarının AKP'ye yarayacağı endişesini' taşıdıkları idi.

Oysa ortaya çıkan gerçek bu anlatılan hikaye ile taban taban zıt. Ne Washington'daki askeri ateşenin ne de SAREM yetkililerinin felaket senaryosundan ve Hudson oyunundan haberleri olmuş...

Hudson'ın Avrasya Çalışmaları Direktörü Zeyno Baran'a göre, SAREM yetkililerinin böylesi bir senaryo çalışmasından haberleri yokmuş. Üstelik, kendilerine senaryo çalışması ile ilgili bir davetiye de ulaştırılmamış. İlaveten, SAREM'ciler Hudson ziyaretlerinde anılan senaryo çalışmasına katılmadıkları gibi kendilerine PKK ile mücadelenin AKP'ye yarayıp yaramayacağı hususunda bir soru da yöneltilmemiş.

Bu gerçeğin ışığında ortada sadece 'kaynağı/kaynakları gizli' bir felaket senaryosu haberi ile bu senaryoyu Türkiye'deki gazetesine aktaran Yasemin Çongar'ın ısrarlı iddiaları kalmaktadır.

Çongar'ın Wahington'da etkili bazı kişilerle iletişim içinde olduğu malum. Daha öncede yazdığı bazı haberler etrafında 'fırtınalar' kopan Çongar sadece ABD yönetimine yakınlığı ile bilinmiyor, aynı zamanda, Washington yönetiminin Türkiye'ye iletilmesini istediği bazı mesajlara da aracılık yapıyor.

Yanıltma ile ne amaçlandı?

Felaket senaryosuna göre; Genel Kurmayın dahli ile, K. Irak operasyonu için ülkenin istikrarsızlaştırılması çalışmaları planlandı ve PKK'ya seçim öncesi önemli bir darbe vurulmasına menfi bakıldı.

Bu durumda (eğer iddialar doğrulanda idi):

1. PKK'nın artan saldırıları ve Türkiye'de patlayan bombaları yine 'derin devlet' ile ilişkilendirmek mümkün olacaktı.

2. PKK'nın sivil ve asker katliamlarına karşı batı kamuoyunda yükselen tepkiler dindirilmiş olacaktı.

3. Terörle mücadele konusunda çekimser bir tavır içerisinde olan hükümet rahatlayacaktı.

4. Bu çekimser görüntünün yol açtığı imaj zedelenmesi tamir olacak, hükümetin muhtemel oy kaybı önlenecek, hükümete karşı gelişen toplumsal tepki frenlenecekti.

5. Artan terör olayları ile tırmanışa geçen MHP ve DYP'nin oy artışı sınırlanacaktı.

5. TSK-AKP geriliminde, AKP'nin eli güçlenecek, Genel Kurmayın eli zayıflayacaktı.

Doğrusu, bir taşla pek çok kuş vurulmuş olacaktı.

Peki bu misinformasyon ve yanıltma neden yapıldı, nereden kaynaklandı?

Bu sorunun cevabını bulmak için, yine Yasemin Çongar'ın 'Amerika'dan' bildirdiği bir gerçeği yeniden hatırlamakta fayda var. Çongar, Washington'un nabzını tuttuğu yazılarında 'ABD yönetiminin AKP'yi iktidarda görmek istediğini' bildiriyor, yönetimin CHP dahil diğer partilere soğuk baktığını yazıyordu. Milliyet'in Washingon temsilcisine göre 'Washington yönetiminin bu tercihinin arkasında yatan neden AKP harici diğer partilerde ABD ve AB'ye karşı gelişen reaksiyondu'.

İşte bu iki olguyu (ABD'nin AKP sevgisi ile malum felaket senaryosunu) alt alta koyduğumuzda, yanıltma haberin amacı ortaya çıkmış oluyor. Felaket senaryosu ile ilgili yanıltma, 'Washington-Balgat' hattında planlanmış ve uygulamaya konulmuştur.

Aksiyonun kahramanları bellidir. Misyon, bozulan imajın düzeltilmesi, karşı tepkinin önlenmesi ve hükümet karşıtlarının sindirilmesidir.

Fakat her senaryonun eksiklikleri olduğu gibi, felaket senaryosunun da planlanmamış, açıkta kalmış bir 'güvenlik' açığı bulunmaktadır. Zeyno Baran, Hudson'da beraber çalıştığı bazı iş arkadaşlarına rağmen doğruları deklare etmiş, oyunu bozmuştur.

Hudson'daki senaryo çalışmasının saçmalıktanda öte bir şey olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Her think-tank kuruluşu senaryo çalışması yapar, yapmıştır. Fakat senaryo çalışmalarında 'siyasi cinayet' faktörünü kullanmaz. Bu tür faktörler ancak 'gizli servis' işidir, akademik hüviyetli kurumlara yakışmaz.

Gelinen noktada ortada tek bir soru kalıyor: Hudson'ın senaryo çalışmasını (katılımcıları konusunda yanıltıcı bilgilerle birlikte) ABD Dışişlerine kim iletti? Daha doğrusu Hudson'ın içindeki köstebek kimdi?

Freelancer gazeteci dostlarımıza göre İki ihtimal var... Birincisi Kenneth R. Weinstein, Hudson İcra Kurulu Üyesi ve eski CIA mensubu. İkinci ihtimal ise Meyraw Wurmser, Hudson Orta Doğu Merkezi Direktörü. Kuşkular bu iki isim üzerinde yoğunlaşıyor...

Hikayenin sonucu

Hudson bir garip senaryo çalıştı, saçmaladı. Bu senaryoya Türk Genel Kurmayı iştirak etmiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Hudson'da yazılan ve paketlenen senaryo ABD Dışişlerine iletildi. ABD yönetiminden 'birileri' bu paketi Çongar'ın eline tutuşturdu. Çongar istemeden de olsa 'felaket senaryosunun' tellallığına soyundu.

Benim bu sonuçtan kendi adıma çok önemli çıkarımlarım oldu. İlkin, 'gerçek olarak' sunulan her şeyin 'söylendiği' gibi olmadığını anladım. Sonra, ortalık toz duman içerisinde iken bir konuda 'karar' vermenin yanıltıcı olduğunu gördüm. Nihayet, 'iktidar' için oynanan/oynanacak oyunların sonunun olmadığını, yaşadıkça yeni 'senaryolarla' karşılaşacağımı keşfettim.

Nefret ve Tehdit Diasporası

Akçam'ın duruşunu iyi tespit edelim. Görüldüğü kadarı ile 'tek doğrusu' var... Bu doğruya karşı gelişen her harekete düşman... Kendi doğrusuna karşı yapılan 'bilimsel' çalışmalara bile' 'militanca' karşı... Karşı olma durumu beraberinde muhbirliği getiriyor...

Taner Akçam=Hagopyan
Hürriyet'te Özgür Ekşi, '30 yıldan beri "Holdwater" takma adıyla Türkiye’yi savunan Murad Gümen'in, sözde Ermeni soykırımı iddialarını destekleyen Taner Akçam tarafından deşifre edildiğini, olayın duyulmasının ardından, Gümen'in hedef haline geldiğini ve aleyhine kampanya başlatıldığını' yazdı.

Taner Akçam(1), 1953 yılında Ardahan’ın Ölçek köyünde doğdu. ODTÜ İdarî İlimler Fakültesi’ni bitirdi. 1973’ten sonra ODTÜ-DER, ADYÖD gibi derneklerin kurucuları arasında yer aldı. 1975’te yayına başlayan Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazıişleri müdürü olarak, dergide komünizm ve Kürtçülük propagandası yapıldığı iddiasıyla yargılandı ve 1976 Mart’ında tutuklandı, 1977’de de yaklaşık 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

1977’nin 12 Mart günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden kaçtı. 1978-1995 yılları arasında Almanya’da siyasî göçmen olarak yaşadı. Akçam’ın çeşitli dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalesinin yanısıra İşkenceyi Durdurun -İnsan Hakları ve Marksizm (Ayrıntı Yayınları, 1991), Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence (İletişim Yayınları, 1992), İslâmda Hoşgörü ve Sınırları (Başak Yayınları, 1994) ve Türkiye’yi Yeniden Düşünmek (İletişim Yayınları, 1995) , Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu isimli kitapları yayımlandı.

Murat Gümen(2) ise, 1954’te Amerika’ya göç eden, 7 yıl önce de orada ölen ünlü karikatürist Sururi Gümen’in oğlu.. İllüstratör ve film yapımcısı Murad Gümen, www.tallarmeniantale.com (abartılı Ermeni masalı) adlı sitede yazılar yazıyordu.

Akçam bu ifşaati, daha doğrusu 'jurnali' Agos gazetesinde, matematiksel bir ifade kullanarak 'Holdwater=Murat Gümen' diyerek yapmış.

Akçam'ın neden Ermeni yanlısı oldığu ve neden sözde soykırım iddiaları konusunda 'kraldan çok kralcı' bir tutum sergilediğini analiz etmek çok kapsamlı bir psiko-sosyal konu olup bizi aşar. Altını çizmek istediğim husus, Taner Akçam gibi Türkiye karşıtlığı artık damarlarında bile duramayacak hale gelenlere gösterilen reaksiyonları, 'hedef gösterilmemeleri' gerekçesiyle frenlemek zorunda kalan 'bu ülkenin aydınlarının' duyarlılığına karşı Akçam'ın yaptığı muhbirliğin sınır tanımaz derecesidir.

Kritik olan sorular şunlardır:

1. Yarın Murat Gümen'e yapılacak bir saldırı karşısında Taner Akçam bir vicdan azabı duyacak mıdır?

2. Neden Ermeni lobicileri, tarihçileri ve onların destekçileri, iddialarına karşı sadece 'bilimsel verilerle' mücadele eden insanlara karşı bu denli 'hınç' duymaktadırlar?

3. Neden bazıları, bizden birileri, Türk ve Türkiye kelimelerine karşı bu denli 'taraf' ve 'at gözlüğü' ile bakmaktadırlar?

Bu soruların cevapları malum...

Cevaplar, Asala'nın var oluş ve yok oluş nedenlerinde, Asala'nın ikamesi olan PKK'nın kuruluş çalışmalarında, Yeni Taşnak Hareketinin arkasında yer almaktadır.

Murat Gümen'e benzer şekilde tehditler alan, 'Ermeni soykırımı yok' dediği için 1977'de Amerika'daki evi bombalanıp Türkiye'ye kaçmak zorunda kalan ünlü Amerikalı tarihçi Stanford Shaw'ın yaşadıkları da sorularımıza cevap bulmak için yeterli ipuçları vermiyor mu?

Profesör Shaw ile Ankara'da 1996'da öldüğü döneme kadar pek çok kere görüşme fırsatı bulmuştuk. Merhum Shaw, Ermeni lobileri, Ermeni hareketleri ve destekçileri ile ilgili yaptığı bir çalışmayı Bilkent Üniversitesi'ne yayınlanmak üzere sunmuştu. Malesef aradan geçen 10 yıllık sürede çalışma yayınlanamadı, 'tarihin' depolarına kaldırıldı.

Akçam'ın duruşunu iyi tespit edelim. Görüldüğü kadarı ile 'tek doğrusu' var... Bu doğruya karşı gelişen her harekete düşman... Kendi doğrusuna karşı yapılan 'bilimsel' çalışmalara bile' 'militanca' karşı... Karşı olma durumu beraberinde muhbirliği getiriyor...

O zaman bizde Akçam'ın 'mutlak değersiz' eşitlik denkleminden hareket ederek, Akçam=Hagopyan dersek abartmış mı oluruz?



--------------------------------------------------------------------------------


1. http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=3415

2. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6749939.asp?gid=180

3. Taner Akçam'ın Ermeni iddiaları ile ilgili öne sürdüklerini okursanız, tek ve en önemli dayanağının meşhur 'sahte Talat Paşa telgrafları' olduğunu görürsünüz. Konu ile ilgili olarak lütfen 'Telgrafın Telleri' ( http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=57027) yazımıza bakınız.