22 Haziran 2007

Washington'un Felaket Senaryosu

Masal yatsıya kadar bile sürmedi...

Herman Kahn tarafından 1961 yılında kurulan Hudson Institute düşünce kuruluşu ve Genel Kurmayın isimleri çevresinde koparılan fırtınanın hizmet etttiği amaç nihayet ortaya çıktı.

Fırtınanın en etkili olduğu ilk iki gün çizilen resim ile 'gerçek' resmin arasında epey fark var...

Türkiye kamuoyuna sunulan ilk resmi tekrar etme gereği yok sanırım. Anlatılan hikaye; Genel Kurmayın stratejik araştırma birimi SAREM yetkililerinin de dahil olduğu bazı 'oyuncuların' Türkiye ile ilgili bir kıyamet senaryosunu çalıştıkları, bu senaryo ile Türkiye'nin istikrarsızlaştırılması ve neticede K. Irak operasyonuna temel teşkil edecek bir ortam hazırlanacağı idi. Bu 'senaryonun' en ilgi çekici tarafı ise Genel Kurmay yetkililerinin de aralarında bulundukları oyuncuların 'seçim öncesi dönemde terörle mücadelede sağlanacak bir başarının AKP'ye yarayacağı endişesini' taşıdıkları idi.

Oysa ortaya çıkan gerçek bu anlatılan hikaye ile taban taban zıt. Ne Washington'daki askeri ateşenin ne de SAREM yetkililerinin felaket senaryosundan ve Hudson oyunundan haberleri olmuş...

Hudson'ın Avrasya Çalışmaları Direktörü Zeyno Baran'a göre, SAREM yetkililerinin böylesi bir senaryo çalışmasından haberleri yokmuş. Üstelik, kendilerine senaryo çalışması ile ilgili bir davetiye de ulaştırılmamış. İlaveten, SAREM'ciler Hudson ziyaretlerinde anılan senaryo çalışmasına katılmadıkları gibi kendilerine PKK ile mücadelenin AKP'ye yarayıp yaramayacağı hususunda bir soru da yöneltilmemiş.

Bu gerçeğin ışığında ortada sadece 'kaynağı/kaynakları gizli' bir felaket senaryosu haberi ile bu senaryoyu Türkiye'deki gazetesine aktaran Yasemin Çongar'ın ısrarlı iddiaları kalmaktadır.

Çongar'ın Wahington'da etkili bazı kişilerle iletişim içinde olduğu malum. Daha öncede yazdığı bazı haberler etrafında 'fırtınalar' kopan Çongar sadece ABD yönetimine yakınlığı ile bilinmiyor, aynı zamanda, Washington yönetiminin Türkiye'ye iletilmesini istediği bazı mesajlara da aracılık yapıyor.

Yanıltma ile ne amaçlandı?

Felaket senaryosuna göre; Genel Kurmayın dahli ile, K. Irak operasyonu için ülkenin istikrarsızlaştırılması çalışmaları planlandı ve PKK'ya seçim öncesi önemli bir darbe vurulmasına menfi bakıldı.

Bu durumda (eğer iddialar doğrulanda idi):

1. PKK'nın artan saldırıları ve Türkiye'de patlayan bombaları yine 'derin devlet' ile ilişkilendirmek mümkün olacaktı.

2. PKK'nın sivil ve asker katliamlarına karşı batı kamuoyunda yükselen tepkiler dindirilmiş olacaktı.

3. Terörle mücadele konusunda çekimser bir tavır içerisinde olan hükümet rahatlayacaktı.

4. Bu çekimser görüntünün yol açtığı imaj zedelenmesi tamir olacak, hükümetin muhtemel oy kaybı önlenecek, hükümete karşı gelişen toplumsal tepki frenlenecekti.

5. Artan terör olayları ile tırmanışa geçen MHP ve DYP'nin oy artışı sınırlanacaktı.

5. TSK-AKP geriliminde, AKP'nin eli güçlenecek, Genel Kurmayın eli zayıflayacaktı.

Doğrusu, bir taşla pek çok kuş vurulmuş olacaktı.

Peki bu misinformasyon ve yanıltma neden yapıldı, nereden kaynaklandı?

Bu sorunun cevabını bulmak için, yine Yasemin Çongar'ın 'Amerika'dan' bildirdiği bir gerçeği yeniden hatırlamakta fayda var. Çongar, Washington'un nabzını tuttuğu yazılarında 'ABD yönetiminin AKP'yi iktidarda görmek istediğini' bildiriyor, yönetimin CHP dahil diğer partilere soğuk baktığını yazıyordu. Milliyet'in Washingon temsilcisine göre 'Washington yönetiminin bu tercihinin arkasında yatan neden AKP harici diğer partilerde ABD ve AB'ye karşı gelişen reaksiyondu'.

İşte bu iki olguyu (ABD'nin AKP sevgisi ile malum felaket senaryosunu) alt alta koyduğumuzda, yanıltma haberin amacı ortaya çıkmış oluyor. Felaket senaryosu ile ilgili yanıltma, 'Washington-Balgat' hattında planlanmış ve uygulamaya konulmuştur.

Aksiyonun kahramanları bellidir. Misyon, bozulan imajın düzeltilmesi, karşı tepkinin önlenmesi ve hükümet karşıtlarının sindirilmesidir.

Fakat her senaryonun eksiklikleri olduğu gibi, felaket senaryosunun da planlanmamış, açıkta kalmış bir 'güvenlik' açığı bulunmaktadır. Zeyno Baran, Hudson'da beraber çalıştığı bazı iş arkadaşlarına rağmen doğruları deklare etmiş, oyunu bozmuştur.

Hudson'daki senaryo çalışmasının saçmalıktanda öte bir şey olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Her think-tank kuruluşu senaryo çalışması yapar, yapmıştır. Fakat senaryo çalışmalarında 'siyasi cinayet' faktörünü kullanmaz. Bu tür faktörler ancak 'gizli servis' işidir, akademik hüviyetli kurumlara yakışmaz.

Gelinen noktada ortada tek bir soru kalıyor: Hudson'ın senaryo çalışmasını (katılımcıları konusunda yanıltıcı bilgilerle birlikte) ABD Dışişlerine kim iletti? Daha doğrusu Hudson'ın içindeki köstebek kimdi?

Freelancer gazeteci dostlarımıza göre İki ihtimal var... Birincisi Kenneth R. Weinstein, Hudson İcra Kurulu Üyesi ve eski CIA mensubu. İkinci ihtimal ise Meyraw Wurmser, Hudson Orta Doğu Merkezi Direktörü. Kuşkular bu iki isim üzerinde yoğunlaşıyor...

Hikayenin sonucu

Hudson bir garip senaryo çalıştı, saçmaladı. Bu senaryoya Türk Genel Kurmayı iştirak etmiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Hudson'da yazılan ve paketlenen senaryo ABD Dışişlerine iletildi. ABD yönetiminden 'birileri' bu paketi Çongar'ın eline tutuşturdu. Çongar istemeden de olsa 'felaket senaryosunun' tellallığına soyundu.

Benim bu sonuçtan kendi adıma çok önemli çıkarımlarım oldu. İlkin, 'gerçek olarak' sunulan her şeyin 'söylendiği' gibi olmadığını anladım. Sonra, ortalık toz duman içerisinde iken bir konuda 'karar' vermenin yanıltıcı olduğunu gördüm. Nihayet, 'iktidar' için oynanan/oynanacak oyunların sonunun olmadığını, yaşadıkça yeni 'senaryolarla' karşılaşacağımı keşfettim.

Nefret ve Tehdit Diasporası

Akçam'ın duruşunu iyi tespit edelim. Görüldüğü kadarı ile 'tek doğrusu' var... Bu doğruya karşı gelişen her harekete düşman... Kendi doğrusuna karşı yapılan 'bilimsel' çalışmalara bile' 'militanca' karşı... Karşı olma durumu beraberinde muhbirliği getiriyor...

Taner Akçam=Hagopyan
Hürriyet'te Özgür Ekşi, '30 yıldan beri "Holdwater" takma adıyla Türkiye’yi savunan Murad Gümen'in, sözde Ermeni soykırımı iddialarını destekleyen Taner Akçam tarafından deşifre edildiğini, olayın duyulmasının ardından, Gümen'in hedef haline geldiğini ve aleyhine kampanya başlatıldığını' yazdı.

Taner Akçam(1), 1953 yılında Ardahan’ın Ölçek köyünde doğdu. ODTÜ İdarî İlimler Fakültesi’ni bitirdi. 1973’ten sonra ODTÜ-DER, ADYÖD gibi derneklerin kurucuları arasında yer aldı. 1975’te yayına başlayan Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazıişleri müdürü olarak, dergide komünizm ve Kürtçülük propagandası yapıldığı iddiasıyla yargılandı ve 1976 Mart’ında tutuklandı, 1977’de de yaklaşık 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

1977’nin 12 Mart günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden kaçtı. 1978-1995 yılları arasında Almanya’da siyasî göçmen olarak yaşadı. Akçam’ın çeşitli dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalesinin yanısıra İşkenceyi Durdurun -İnsan Hakları ve Marksizm (Ayrıntı Yayınları, 1991), Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence (İletişim Yayınları, 1992), İslâmda Hoşgörü ve Sınırları (Başak Yayınları, 1994) ve Türkiye’yi Yeniden Düşünmek (İletişim Yayınları, 1995) , Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu isimli kitapları yayımlandı.

Murat Gümen(2) ise, 1954’te Amerika’ya göç eden, 7 yıl önce de orada ölen ünlü karikatürist Sururi Gümen’in oğlu.. İllüstratör ve film yapımcısı Murad Gümen, www.tallarmeniantale.com (abartılı Ermeni masalı) adlı sitede yazılar yazıyordu.

Akçam bu ifşaati, daha doğrusu 'jurnali' Agos gazetesinde, matematiksel bir ifade kullanarak 'Holdwater=Murat Gümen' diyerek yapmış.

Akçam'ın neden Ermeni yanlısı oldığu ve neden sözde soykırım iddiaları konusunda 'kraldan çok kralcı' bir tutum sergilediğini analiz etmek çok kapsamlı bir psiko-sosyal konu olup bizi aşar. Altını çizmek istediğim husus, Taner Akçam gibi Türkiye karşıtlığı artık damarlarında bile duramayacak hale gelenlere gösterilen reaksiyonları, 'hedef gösterilmemeleri' gerekçesiyle frenlemek zorunda kalan 'bu ülkenin aydınlarının' duyarlılığına karşı Akçam'ın yaptığı muhbirliğin sınır tanımaz derecesidir.

Kritik olan sorular şunlardır:

1. Yarın Murat Gümen'e yapılacak bir saldırı karşısında Taner Akçam bir vicdan azabı duyacak mıdır?

2. Neden Ermeni lobicileri, tarihçileri ve onların destekçileri, iddialarına karşı sadece 'bilimsel verilerle' mücadele eden insanlara karşı bu denli 'hınç' duymaktadırlar?

3. Neden bazıları, bizden birileri, Türk ve Türkiye kelimelerine karşı bu denli 'taraf' ve 'at gözlüğü' ile bakmaktadırlar?

Bu soruların cevapları malum...

Cevaplar, Asala'nın var oluş ve yok oluş nedenlerinde, Asala'nın ikamesi olan PKK'nın kuruluş çalışmalarında, Yeni Taşnak Hareketinin arkasında yer almaktadır.

Murat Gümen'e benzer şekilde tehditler alan, 'Ermeni soykırımı yok' dediği için 1977'de Amerika'daki evi bombalanıp Türkiye'ye kaçmak zorunda kalan ünlü Amerikalı tarihçi Stanford Shaw'ın yaşadıkları da sorularımıza cevap bulmak için yeterli ipuçları vermiyor mu?

Profesör Shaw ile Ankara'da 1996'da öldüğü döneme kadar pek çok kere görüşme fırsatı bulmuştuk. Merhum Shaw, Ermeni lobileri, Ermeni hareketleri ve destekçileri ile ilgili yaptığı bir çalışmayı Bilkent Üniversitesi'ne yayınlanmak üzere sunmuştu. Malesef aradan geçen 10 yıllık sürede çalışma yayınlanamadı, 'tarihin' depolarına kaldırıldı.

Akçam'ın duruşunu iyi tespit edelim. Görüldüğü kadarı ile 'tek doğrusu' var... Bu doğruya karşı gelişen her harekete düşman... Kendi doğrusuna karşı yapılan 'bilimsel' çalışmalara bile' 'militanca' karşı... Karşı olma durumu beraberinde muhbirliği getiriyor...

O zaman bizde Akçam'ın 'mutlak değersiz' eşitlik denkleminden hareket ederek, Akçam=Hagopyan dersek abartmış mı oluruz?



--------------------------------------------------------------------------------


1. http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=3415

2. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6749939.asp?gid=180

3. Taner Akçam'ın Ermeni iddiaları ile ilgili öne sürdüklerini okursanız, tek ve en önemli dayanağının meşhur 'sahte Talat Paşa telgrafları' olduğunu görürsünüz. Konu ile ilgili olarak lütfen 'Telgrafın Telleri' ( http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=57027) yazımıza bakınız.


21 Haziran 2007

Şaşı Bakan Devlet

Yanılmazlık, ideolojiler dâhil tüm inançların iddiası. İddia, söylemlerin emir olmasından kaynaklanıyor. Öğretiler tartışılamaz, hatta tartışma kelimesi bile tabu... Bizde, ideoloji ve inanç öğretilerinde ve özellikle 'devletin kendini koruma çabalarında' var yanılmazlık iddiası.

Demokrasimiz, büyütmeye ve yerleştirmeye çalıştığımız kapitalizm gibi ağır aksak ilerliyor. Aslında, demokrasi kapitalizmi ilerlettiği gibi devletinde ilerlemesini sağlayacaktı teoride. Olmadı, başaramadık ve hiç arzu edilmeyecek şekilde, toplumun gitgelleri ile şekillenen, yalpalayan bir devlet-demokrasi ilişkisi gelişmiş oldu.

Yanılmazlık iddiası

Yanılmazlık, ideolojiler dâhil tüm inançların iddiası. İddia, söylemlerin emir olmasından kaynaklanıyor. Öğretiler tartışılamaz, hatta tartışma kelimesi bile tabu... Bizde, ideoloji ve inanç öğretilerinde ve özellikle 'devletin kendini koruma çabalarında' var yanılmazlık iddiası.

Demokrasimiz, büyütmeye ve yerleştirmeye çalıştığımız kapitalizm gibi ağır aksak ilerliyor. Aslında, demokrasi kapitalizmi ilerlettiği gibi devletinde ilerlemesini sağlayacaktı teoride. Olmadı, başaramadık ve hiç arzu edilmeyecek şekilde, toplumun gitgelleri ile şekillenen, yalpalayan bir devlet-demokrasi ilişkisi gelişmiş oldu.

Modern devlet tanımında, devlet mekanizması, toplumun ve vatandaşın denetimi altında çalışır. Devlet, toplumun ilerlemesine bağlı olarak gelişen sosyal ve ekonomik konularla ilgilenir, ilgilenmelidir.

Toplumun gelişmesi beraberinde, bir sosyal ve ekonomik ilişkiler ürünü olan devletin, vatandaşlarının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yasama-yürütme-yargı erklerini yönetmesine yol açar.

Tabiî ki bu teoridir, pratik ve teori taban tabana zıt gelişimler gösterir.

Devlete neden ihtiyaç var?

Bir önceki yazımızda, farklılıklardan ve 'yeknesak doğrunun' zorluğundan, imkânsızlığından bahsetmiştik. İşte devleti var eden de bu toplumsal farklılıklardır. Eğer ideolojilerin tartışılamaz öğretilerinin dedikleri olsa, homojen ve sınıfsız toplum yapısı gelişse (zaten Friedrich Engels'in öngörüsünde olduğu gibi) devlet yok olacak, daha başka bir ifade ile devlete ihtiyaç kalmayacaktı.

Daha net konuşalım; eğer tüm vatandaşlar aynı düşünce, duygu ve isteklere sahip olsalar, devlet kavramı yıkılacak, bu kuruma ihtiyaç duyulmayacaktı.

Demokrasinin devletin gelişimine katkısı bu önemli noktada ortaya çıkmaktadır. Demokrasi tabuları ortadan kaldırmakta, özgürleşen vatandaşlar farklılıklarını savunmakta ve sürdürmekte, örgütlenen gruplar kendi çıkarları için mücadele etmektedirler.

Öyleyse, bu durumda, ortada bir çelişki olup olmadığı sorusu sorulmalıdır. Türkiye örneğinden yola çıkarsak, gelişmemiş demokrasinin devleti zayıflatmasını, devlet kavramının yara almasını bekleyebiliriz. Oysa Türkiye, devletin bürokratik iktidarını tüm gücüyle sürdürdüğü ve bu yapının zayıflayacağına dair en küçük emarenin olmadığı bir vakadır.

Bu durum açıkçası bir çelişki değildir. Başta da söylemiştik, yaşanılan bir teori-pratik çatışmasıdır. Bu çatışma, (kapitalizmi kutsayan) modern devlet teorisinin en önemli açığıdır.

Kötürüm demokrasi – kötürüm devlet

Modern devlet bizde olduğu gibi bir çeşit ganimettir. Kapanın elinde kalmaktadır. Başka bir ifade ile devlet toplumun 'bir bölümü' tarafından ele geçirilmiş ve kendi çıkarları için kullanılmaktadır. Yani, bir siyasi parti veya bir elit grup (veya sermayedar) devletin kudret ve kuvvetini ele geçirmiştir.

Bu 'nahoş' gelişme, demokrasi ile devletin kudret seviyesi arasındaki ilişkiyi keser, devlet, toplumun değişimlerinden bağımsız olarak gücünü korur ve bu gücü kudreti elinde bulunduran hiziplere hizmet etmeye başlar.

Artık, devlet, antik çağlardaki devletten farksız hale gelir, gelmiştir. Silahlının (güçlünün) silahsız üzerinde kuşkusuz bir hâkimiyeti oluşmuştur.

Örnek olarak, terörü alalım. Bu konuda devletin yetkilendirilmiş organları (emniyet mesela) asli görevleri olan 'terörle' mücadelenin yanı sıra, kendi dizginlerini tutan grupların çıkarları içinde mücadele ederler. Evet devlet terörle mücadele etmektedir, fakat aynı zamanda farklı ve ayrı düşüncede olup ta devletin uygulamalarını beğenmeyenlerde emniyetin takibi altındadır.

Verilen örnek sadece yürütmenin bir alt fonksiyonu olan emniyet içindir. Aynı şekilde, yasama ve yargının da, hâkim sınıf veya gruplar lehine kullanılması devletin dejenerasyonunu hızlandıracaktır.

O zaman yeni bir teori ve yeni bir devlet tanımına ihtiyaç vardır... Bu tanımı yapar ve isim olarak ta vahşi kapitalizmden esinlenerek vahşi devlet dersek bilmem mübalağa etmiş mi oluruz?

Bu terim doğrudur çünkü asli vazifesi, adaletli olarak, farklı gruplar arasında arabulucu rolü oynamak olarak gelişmiş bir düzen, şimdi artık belli gruplar haricindeki toplum katmanlarına baskı kurmakta, hatta şiddet uygulamaktadır.

Devlet, vahşide olsa, yine hükümran bir devletin haklarını istemekte, yani, kendi vatandaşlarını yönetmek istemekte fakat aynı zamanda, tüm yönetim erklerinde adaletsiz davranmaktadır. Türkiye örneğine dönersek; hâkim yine cüppesi içerisindedir fakat çete üyesidir. Polis yine devletin üniformasını taşımakta, devleti temsil etmektedir fakat toplum emniyeti ile birlikte başka amaçlar içinde çalışmaktadır.

Bu kötürüm yapı, devletin devlet olmasına engel olmasa da yönetim mekanizmasını sorumsuz hale getirmiştir.

Peki, bu dejenerasyona neden vahşi sıfatını uygun gördüğümüz sorulursa, bu hareket tarzının ve oluşumunun toplumda yansız olmamasını, belli grupları kayırmasını sebep olarak söyleyebilirim. Sonuçta; kötürüm devlet uygulamaları yansız olmadığı için gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, yargı adaletsizliği vb sorunlar yaşanır. Yani, ezen ve ezilen 'edebiyatı' doğrulanır...

İdealde devlet sosyal ve ekonomik arabulucu, kanun yapıcı ve adalet dağıtıcı bir denge mekanizması olması gerekirken, adaletsizliğin kaynağı haline gelir.

Eğri oturalım, doğru konuşalım... Denetim bizde değildir, denetimsiz devlette sonuçta vahşileşmiştir. Birde bu çarpık yapının cabası olarak, yine modern teoriye göre en önemli denetim mekanizmalarından (dördüncü kuvvet denilen) medyada tam bu karmaşık, çarpık ve vahşi sistemin tam ortasındadır.

Görünen, (ideolojik öğretilerin yanıldığı şekilde) farklılıklarımız var, bu farklılıklar devlete ihtiyaç duymamızı sağlıyor, fakat devlet, demokrasi gelişmediği müddetçe yansız olamıyor, topluma şaşı bakmaya devam ediyor...

Üstelik şaşı bakan devlet bir yanılmazlık iddiası içerisinde, 'kendini koruma' çabasında… Gittikçe kötürümleşerek, gittikçe vahşileşerek...

Sonuç

Modern teori ile pratiği birlikte yorumlayalım. Demokrasi beraberinde iyi işleyen bir denge mekanizması olarak devletin gelişmesine katkı yapıyor. Demokrasi farklılıkları koruyor, farklılıklar devlete ihtiyacı doğuruyor.

Öte yandan demokrasi kötürüm olursa, çarpık ilişkiler, yanlı ve vahşi devleti ortaya çıkarıyor. Bu durum doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Aksayan demokrasilerde devlet adalet dağıtmıyor, adaletli davranmıyor, topluma sınıf ve grup gözeterek bakıyor, şaşı bakıyor...

Tartışmamız gereken devlet-demokrasi ilişkisi değil, devletin yapısı değil, bu çarpık yapıya yol açan kötürüm demokrasidir ve denetimin bağımsız olmamasıdır.

Sözün özü, kötürüm demokrasi kötürüm devleti yaratıyor…

20 Haziran 2007

Toplumun Fay Hattı

Demokrasiyi en basit tanımı ile yaşamayı başaramamak şarkın büyük sorunu. Haklarımız başkalarının haklarının başladığı yerle sınırlıdır ve düşünce özgürlüğü herkesin kullanması gereken bir haktır. Bu temel tanımdan hareketle, bu ülke ne bizim, ne sizin ne de onlarındır. Bu ülke herkesindir, herkesin olmalıdır…

Ekonomik dualite-ikilik deyimini duymuşsunuzdur… Ekonomik değişimin olduğu ülkelerde, değişim eğer kabul edilebilir, hazmedilebilir oranların üzerinde bir hızla gerçekleşirse dualite gerçekleşir.

Ekonominin bazı sektörleri ve bu sektörlerde çalışanlar geleneksel üretim teknolojileri ile yeteneklerine sahip olurken, yeni ve gelişen sektörler ile bu sektörlerin iş gücü, gelişmiş, modern ekonominin yetenek ve üretim becerileri ile donanırlar.

Tarım kesimi ile high/tech-ileri teknoloji sektörlerini dualiteye örnek olarak verebiliriz.

Ekonomik dualiteyi yaşayan ülkelerin en önemli sorunu ise bu ikili yapının çok sert bir hatla toplumu ikiye ayırmasıdır. Bu fay hattının ortadan kalkması için sabahı beklemek safdillik olur. Yıllar gerekir ki bu süre ancak planlı ve akıllı sosyal politikalar ile desteklendiğinde kısalabilir.

Sosyal devlet politikalarının yokluğu ve eksikliği dualitenin, kırılmanın tesirlerini ve boyutunu artırır.

Örnek olarak aldığımız yukarıdaki iki sektöre bakarsak, tarım sektöründe çalışan bir emekçinin, bir gece yatıp ertesi sabah kalkıp yeni bir sektörde, daha çok sermaye ve teknoloji kullanan bir sahada istihdam edilmesini bekleyemezsiniz.

Bu ayrışma çok farklı sosyal sorunları da beraberinde getirir. Kimi kentlidir, kimi daha az kentlidir, belki köy-kentli olmuştur. Her gün karşılaştığımız ve acaba aynı ülkenin insanları mıyız diye kendimizi mukayese ettiğimiz vatandaşlarımız işte bu dualitenin eseridir. Şaşkınlığımızda haklıyızdır, ama eğer bu insanları yargılar ve suçlarsak haksız duruma düşeriz.

Dualite başka sosyal sahalarda da kendini gösterir, sadece kente ayak uydurmada değil… Politik görüşlerimizi bile şekillendirir. Ekonomik dualitenin etkisindeki insanlar dünyaya da farklı pencerelerden bakarlar.

Üstelik toplumsal değişmeler tabandan gelen isteklerle şekillenmez, ‘jakoben’ yapı taşırsa, toplumun ayrışması daha kolaylaşır.

İşte 14 Nisan mitingine birde bu açıdan bakmak gerekli. Erdoğan’a ve görüşlerine hayır mitingi bu toplumun keskin bir fay hattı ile ayırdığı ikili gruptan birisi tarafından gerçekleştirildi. İnanın hattın öte yakasında da Erdoğan’ın adaylığından, cumhurbaşkanı olmasından memnun olacak bir o kadar insan vardır. Üstelik onlarda Tandoğan’ı haydi haydi doldurabilir.

Yapmamız gereken, toplumdaki fay hattını keskinleştirmek değil, yumuşatmaktır. Herkesin bu ülkenin insanı olduğunu kabul etmek, başka bir deyişle bu ülkenin, tüm vatandaşların ülkesi olduğunu anlamak gerekir.

Bu açıdan bakınca, 14 Nisan mitingi sınavı geçmiş, fay hattının ötesindeki insanlarla husumeti artıracak bir gerilim yaratmamıştır. Aynı üslubu, yaklaşımı hattın diğer kesiminin de göstermesi, en azından ‘cumhuriyeti’ ortak payda olarak kabul etmesi gerekir.

Demokrasiyi en basit tanımı ile yaşamayı başaramamak şarkın büyük sorunu. Haklarımız başkalarının haklarının başladığı yerle sınırlıdır ve düşünce özgürlüğü herkesin kullanması gereken bir haktır. Bu temel tanımdan hareketle, bu ülke ne bizim, ne sizin ne de onlarındır. Bu ülke herkesindir, herkesin olmalıdır…

Unutmayalım ki hepimiz bu fay hattı ile başka bir deyişle ‘öteki insanlarla’ yaşamak zorundayız…

Aydınların Afyonu

Bu yazı 02.04.2007 tarihinde thenewport.onpunto.com adresinde yayınlanmıştır.

Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademilerinde basına kapalı yaptığı konuşmanın içeriği önce Radikal daha sonra da Hürriyet gazetelerinde yayınlandı. Büyükanıt, konuşmasının bir bölümünde hayretle değilse bile esefle karşıladığı bir gerçeğe parmak basıyordu: ‘Türk milletinin gösterdiği en ufak duyarlılığı milliyetçilik yükseliyor diye vasıflandıranlar, bölücü terör örgütünün ırkçılığa dayalı eylemlerine aynı duyarlılığı göstermemektedirler’.
Zannederim ki militarizmle, ‘orduyu sevmek’ arasındaki ince çizgiyi iyi oturtmuş herkes Büyükanıt’ın tespitinin altına imzasını atacaktır.

Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademilerinde basına kapalı yaptığı konuşmanın içeriği önce Radikal daha sonra da Hürriyet gazetelerinde yayınlandı. Büyükanıt, konuşmasının bir bölümünde hayretle değilse bile esefle karşıladığı bir gerçeğe parmak basıyordu: ‘Türk milletinin gösterdiği en ufak duyarlılığı milliyetçilik yükseliyor diye vasıflandıranlar, bölücü terör örgütünün ırkçılığa dayalı eylemlerine aynı duyarlılığı göstermemektedirler’.
Zannederim ki militarizmle, ‘orduyu sevmek’ arasındaki ince çizgiyi iyi oturtmuş herkes Büyükanıt’ın tespitinin altına imzasını atacaktır.

Büyükanıt’ın bu haklı isyanı bana ünlü Fransız sosyolog Raymond Aron’un ‘Aydınların Afyonu’ isimli kitabını hatırlattı.

Aron kitabında Fransa’daki aydınları, ‘demokrasilerin kusurlarına en küçük toleransı olmayan, ama bir doktrin adına işlenmişse en büyük cinayetleri hoş görenler olarak tanımlar’ ve bu tavırlarının altında yatan sosyolojik sebepleri araştırır.

Büyükanıt’ın tespiti ile Aron’un bulguları birbirlerine ne kadar da benziyor...

Aron, Fransız aydınlarını irdelerken bazı mitlerle karşılaşır; sol, devrim, proletarya, burjuvazi, sosyalizm gibi. Bizde de toplumun en çok konuşan ve sesi en çok çıkan aydınlarına bakınca aynı mukaddes kelimelerle karşılaşmaz mıyız? Söz gelimi demokrasi Türkiye aydınları içinde bir mittir. Fakat bizde demokrasi kendi fikir ve ideolojimize uygun saha ve şartları oluşturması için arzulanır.

Demokrasi bizim kendi doğrularımızı seslendirmemiz için, bu özgürlüğü kazanmamız için bir vasıtadır. Karşımızdaki fikirlerin ve yaşam tarzlarının var olmasından ve sesli olarak dile getirilmesinden bile rahatsızlık duyarız. Bizden olmayan haksızdır, yanlıştır. Tek doğru bizim inandığımızdır.

Misal, karşımızdaki kişi eğer milliyetçi ise onu en hafif sıfatla ‘kafatasçı’ olarak adlandırabiliriz. Yok eğer liberal ekonomik sisteme, piyasa şartlarına inanıyorsa, bu takdirde yapıştırılacak sıfat ‘liboşluk’ olacaktır. Özgürlükçü iseniz eğer, size verilecek isim ‘hain’ olabilir. Yok eğer kendinizi geliştirir, fikri yapınızda ıslahatlar yaparsanız bu durumda da ‘döneklik’ damgası yemeniz işten bile değildir.

Aron, Fransız aydınları için geliştirmiş aydınların afyonu tabirini. Aron’a göre tüm tarihsel gelişimin ve realitelerin aksine bugün hepsi çürümüş ve içi kof olan mukaddes kelimeler birer afyon gibi aydın kesimini etkilemiştir. Yani Fransa’da aydınlar bu mitlerin, efsanelerin, mukaddes kelimelerin afyonu ile realiteden de demokratik düşünce tarzından da uzaklaşmışlardır.

Bizde de durum çok farklı değil. Belki Aron’un analizini yaptığı sosyal şartlar ve uluslar arası konjonktür değişmiş olduğundan, afyon yutmuşcasına, körü körüne inanan bir aydın sınıf varlığından bahsedemeyiz artık. Türkiye’de olsa olsa ‘şaşı bakan bir aydın sınıfı’ oluşmuş durumda, aynen Genel Kurmay Başkanı’nın işaret ettiği gibi, söylem ve eylemlerinde çifte standart taşıyan, bu standardın ortaya çıkmasından rahatsızlık duymayan bir aydın sınıfı söz konusu.

Yine de iyi niyetlileri ve kötü niyetlileri ayırmakta fayda var. Söz ve fiilleri ile terör örgütünün savunucusu olanları analiz etmeye bile gerek yok, yani kötü niyetlileri. Değişik isimlerde faaliyet gösteren bazı sivil toplum örgütleri (ki bunların bir bölümü çalışmalarının kaynağını AB fonlarından temin etmektedir) Türkiye’de terörün ve ayrılıkçı fikirlerin akademik platformları olarak işlev görmektedirler.

İyi niyetli fakat şaşı bakan aydınlara gelirsek, bu kesimin en büyük problemi, hem düşünce sistematiklerinde hem de analitik analiz temellerindeki yetersizliktir. Her şeyden önce Türkiye’de aydın olarak isimlendirilen kesim, ülkenin içinde bulunduğu sosyolojik durumdan muaf değildir. Nasıl ki toplumun diğer kesimleri ‘kentlileşememişse’, Türkiye’de aydın kesimde ‘köylülükten’ kurtulamamıştır.

Üstelik, aydın olarak adlandırılan kesimin önemli bir bölümü yazar-çizer-edebiyatçılardan oluşmaktadır. Haliyle bu kesimin bilimsel spekülasyon becerileri eksiktir. Dolayısı ile ‘tek doğruya’ inanırlar ve maalesef ‘sloganlarla’ konuşurlar.

Oysa, bilimsellik her şeyden önce normatiflikten arınmayı, analizlerde ‘değer yargılarına’ yer vermemeyi gerektirir. Bilimde iyi, güzel, olmalı vb hükümler yer almaz. Bir şeyin doğruluğu ancak sınanarak, test edilerek anlaşılabilir. Yani bilimsel yöntemde, sistematikte kişilerin mental yapılarını etkileyen çevre şartları ve o şartların oluşturduğu değer yargılarına yer yoktur.

Bu sistematikte, sosyal olaylarda siyah ve beyaz yoktur. Toplum değişik renk ve fikirlerden oluşan bir spektrumdur. İlaveten bir şeyin doğruluğu gibi yanlışlığına da ancak test edilerek, bilimsel olarak sınanarak karar verilebilir.

Türkiye’de ihmal edilen pozitif bilim mensuplarına gelirsek –matematik, fizik, tabi bilimler vb-, bu sahalarda çalışanlar bizde hem aydın sınıfından kabul görmezler, hem de bilimsel sistematiğe diğer gruba – edebiyatçılar, yazarlar- göre daha yatkın olsalar da maalesef dilsizdirler, laldirler, sosyal konularda sessizdirler.

Netice, Genel Kurmay Başkanı’nın isyanına dönersek...

Evet, bu ülkede şaşı bakan aydınlar var... evet, bu ülkede kesin inançlı ve sloganlarla konuşan bir aydın kesim var... Bu ülkede ‘efsanelerin’ tesirinde kalmış, mitlerden ve dogmatik düşünceden kendini kurtaramamış bir ‘elit-aydın’ kesim var... Bu ülkede demokrasiyi sadece kendisi için isteyen, karşısındakinin yaşam hakkına saygı göstermeyen bir aydın sınıf var...

Ve her şeyden öte bilimselliğin namusunu taşımadığı için, ‘Türkiye’nin en ufak bir hatasında ayağa kalkıp, kendi ülkesine sıfır toleransla davranırken, ideolojik ve/veya ayrılıkçı teröristleri’ desteklemekte beis görmeyen bir aydın sınıf var...

Fakat müsterih olalım, bu kesim kadar sesi çok çıkmasa bile militarizme varmayan bir muhabbetle ordusunu seven ve terörü lanetleyen birde ‘arif’ kesim var...

Şehitler Gül Kokar

1994 yılının kış günleri... Bingöl’deyim, askerlik görevimin son sekiz aynı geçireceğim Mekanize Tugay Karargâhındayım... PKK terörünün zirvede olduğu dönem... Açıkçası bölgede inisiyatifin kanlı terör örgütünde olduğu yıllar...

Hatırlatmak için söyleyeyim, Bingöl Mekanize Tugayının görev sahası; PKK’nın Bingöl-Elazığ karayolunda silahsız 33 Mehmetçiği kurşuna dizdiği bölgeyi, Bingöl’ün ilçelerini, Bingöl-Tunceli arasındaki meşhur dağlık bölgeyi kapsıyordu.

Görevim, bir çeşit geri hizmet sayılabilirdi. Günlerim bilgisayar başında, Tugay’ın harekâtları için planlama hazırlıkları ile geçiyordu. İşte ben Bingöl’de, o dönem anladım ki şehitler gül kokarmış, gül gibi kokarmış.

Tugayda operasyona gidecek Mehmetçikler geceden başlardı hazırlığa. Şafakla beraber yola çıkarlardı. Her bölüğe mensup askerler, kendi bölük binalarının önünde üzerlerinde kamuflaj kıyafetleri, teçhizatları ile bilerek ve gülerek giderlerdi ölüme ve operasyona.

O kış sanki her zamankinden daha çok yağmıştı kar. Her yer beyazdı, ne toprak görülebilirdi kardan neredeyse ne de binalar...

Kış aylarında Mehmetçiğin kamuflajı beyaz olurdu, kefen misali... Tıpkı Alparslan’ın Malazgirt Savaşından önce giydiği beyaz elbise için, bu benim kefenim aynı zamanda, eğer kaderde ölmek, şehit olmak varsa beni bu elbise ile gömün dediği gibi, Mehmetçikler kefen misali kamuflajları içerisinde sıralanırlar ve bir mukaddes tören düzenlenirdi her operasyondan önce bölük binalarının önünde.

Kimseyi diğerinden ayırt etmek mümkün olmazdı... Ne subayı askerden, ne bir askeri diğerinden... Hepsinin yüzünde anlatılmaz bir ifade, içlerinden birisinin veya birkaçının şehit olacağını bilerek korkusuzca giderlerdi göreve; vatan için, bayrak için...

Ne mutlu ki bilmezlerdi hiç birisi, onların sayesinde bu vatanda yaşayan birilerinin kendilerinin kanı üzerinden, canı üzerinden kanlı bir siyaset yaptığını... Ne mutlu ki onlar okumazlardı o aydınların yazılarını, kitaplarını... Eğer okusalardı, belki helal etmezlerdi haklarını bu truva atlarına, bu yabancı oyuncaklara...

Operasyona giden Mehmetçiklerle helalleşen geride kalan bizler, biraz buruk arkalarından bakardık onların; kıskanarak çoğunlukla, birazda şehadetlerinde üzülecek ailelerini düşünerek...

Bana mı öyle gelirdi yoksa gerçekten öyle mi olurdu bilmem ama hepsi daha heybetli olurdu beyazların içinde. Daha bir sakin, daha bir vakur ve daha bir insan...

Aynı kış karargâh binasında çalışırken, yine bir şafak vakti uğurladığımız Mehmetlerin içinden bazılarının şehit olduğunu tugayın helikopter pistine arka arkaya inen apaçi helikopterlerden anladım. Hızla, koşarak piste gittik. Birazdan ambulanslar da yaklaştı piste. Helikopterlerden 3 şehit, 2 yaralı indirdik, bir akşam vakti, her yer beyazken ve hala kar atıştırırken...

O anı anlatmak gerçekten mümkün değil, hele o psikolojiyi anlatmak hiç mümkün değil. İçinizi korkunç bir istek sarar, elinizde silah o an dağda olmak istersiniz... Mehmetin öcünü, Mehmetlerin öcünü almak istersiniz... Vurulup tertemiz alnından şehit olan Mehmetçiklerin karşısına çıkamayıp, kurduğu kahpece tuzaklarla, aslında görünürde Mehmeti öldürmüş ama gerçekte onlara Firdevsin en tatlı şerbetini içirmiş hainlerle karşılaşmak, hesaplaşmak istersiniz...

O gece Bingöl Devlet Hastanesinde sabahladık. Mehmetlerden bir bölümü kan vermek için gelmişti hastaneye... Bazı Mehmetlerse şehitlerin can dostuydu, onlarda arkadaşlarını uğurlamaya gelmişlerdi.

Şehit düşen 3 Mehmetçiği ziyaret etmek ve ihtiyaçları olmasa bile dua etmek için Karargâh Tabur Komutanı ile birlikte hastanenin bodrum katına indik, şehitlerden birisinin bulunduğu odaya geldik. Odanın kapısında şehidin arkadaşlarından, aynı bölükten bir Mehmet nöbet tutuyordu.

İçeri girdik. Eğildim, o gün, vatanı için, namusu için, bayrağı için şehit olan Mehmetin yüzünü açtım. Hala unutmadım, unutamam. Sarı saçları ile yüzünde, başından aldığı yaradan dolayı kurumuş kan izleri olan, o güzel yüzünde hala operasyona giderken şafak vakti takındığı vakur, mağrur ve gururlu ifade bulunan Mehmeti alnından öptüm. Başucunda Tabur Komutanı ile birlikte dua ederken aklıma annesi geldi önce nedendir bilmem. Sonra annesinin kucağındaki küçücük masum hali geldi Mehmetin. Hani yeni doğmuş bebeklerin kibrit çöpü misali parmakları olur ya, işte şehidimin o hali geldi sonra. Kim bilir nasılda özlemiştir anasını dedim, ağlamak o şehide saygısızlık olur diye ağlamadım, ağlayamadım. Sonra babası geldi, ilkin şahadet haberini alınca üzülecek yıkılacak, ama şehit babası sıfatını ölünceye kadar gururla taşıyacak bir baba belirdi gözlerimin önünde... Sonra diğerleri; kardeşler, ağabeyler, ablalar, diğer akrabalar...

İşte o an anladım ki şehitler gül kokarmış, belki güller şehit kokarmış... O Mehmetde gül kokuyordu; ölüm ve ölünün malum kokusu yoktu orada yatan bedende. Aksine içinize çekmek isteyeceğiniz, gıptayla koklayacağınız bir Firdevs kokusu vardı Mehmetimde ve diğer Mehmetlerimde…

Yine acı düştüğü yeri yakacaktı; umutlar ve hayaller, acının yaktığı evde, tıpkı yangın sonrası kolay kolay bir daha yeşillenemeyen topraklar gibi kara ve kuru bırakacaktı yürekleri. Yine birileri bu Mehmetlerle, bu Mehmetlere tuzak kuranları aynı kefeye koyacaktı. Yine kirli siyasetin kirli Truva atları konuşacaktı utanmadan, arlanmadan...

Yüzünüze tükürülecek adamsınız demişti ya birisi onlara… Aslında tükürmeye bile değmeyecek, adam bile olmayan müsveddelerdi onlar…

19 Haziran 2007

Haber mi Propaganda mı?

Medya – Haber – Propaganda ilişkisi

Haber ile propaganda arasında ayırım yapmak mümkün fakat zordur. Haber, öncelikle soyut bir nesne değildir. Somuttur, var olan bir bilginin çeşitli vasıtalarla sunumudur.

Propaganda ise belirli güncel, siyasi, ekonomik veya bilimsel gerçeklerle örtüşen veya örtüşmeyen ‘kabullerin’ ulusal ve uluslararası kamuoyuna sunumudur.

Propaganda esas itibariyle bireye hitap etmesine rağmen onu tek başına ve tecrit edilmiş olarak kabul etmez. Bireyi bir kitlenin parçası olarak görür. Propagandanın bu ‘topyekûn’ olma özelliği, kitle iletişim araçlarının kullanım zorunluluğunu ortaya çıkarır. Yani propagandacı elinde bulunan bütün araçları (basın, televizyon, kitap, sinema, afiş, broşür vb) kullanır, kullanmak ister.

İşte bu noktada haber ile propagandanın arasındaki örtüşme devreye girer. Haber ne kadar salt haberdir, ne kadar ‘belirli’ propaganda faaliyetlerine hizmet eder sorusu, bugün her zamankinden daha fazla tartışılmakta ve sorgulanmaktadır.

Haberlerin propaganda ağırlıklı olarak ‘kurgulanması’ gerçeği beraberinde ‘alternatif platformları’ ve gerçek ‘gerçeğe’ ulaşmaya çalışanları ortaya çıkarmıştır.

Medyanın ‘yanıltma haber ve propaganda’ çalışmaları konusunda arayışta olan önemli aydınlar ve yazarlar arasında Stephen Lendman, Michael Carmichael, Arash Norouzi, Michael Keefer, Nick Turse, Steve Watson, Noam Chomsky (http://blog.zmag.org/blog/13), Robert Perry, Michel Chossudovsky, Barry Grey, Prof. Rodrigue Tremblay ve Prof. Murray Fromson’ın adları sayılabilir.

Propaganda savaşları

Hemen hepimiz, haberlerin ve özellikle yorumların ‘kurgu’ niteliğini kavrar, fakat bu kurgunun neye hizmet ettiğini çoğunlukla çıkaramayız. Kurgu ne kadar profesyonelce yapılmışsa, propagandanın hizmet etmek istediği amaç o denli gizli kalacaktır.

Propaganda, yukarıda belirttiğimiz yol ve araçlarla etkili olmaya çalışırken, çok çeşitli toplumsal veya bireysel faaliyet alanlarını birer propaganda aracı haline dönüştürmeye de çabalar. Böylelikle propagandanın etki alanı genişler.

Siyasal propaganda ise bir hükümet, bir siyasal parti veya yönetimin belirli bir bölümü tarafından kitlelerin kendisine karşı olan davranış ve düşüncelerini değiştirmek, politikalarına destek sağlamak veya kendisine karşı gelişecek direnişi engellemek için yapılır.

Siyasi propagandanın en acımasızı Naziler tarafından icra edilmiştir. Nazi Almanya’sının propagandadan sorumlu bakanı Joseph Goebbels siyasi propagandayı şu şekilde tanımlar:

‘Eğer yeteri kadar büyük bir yalan söylerseniz ve bu yalanı yeteri kadar tekrar ederseniz, insanlar size inanmaya başlayacaklardır. Propaganda yalanı, insanların kendilerini, onların zihinlerinde yarattığınız düşmanlardan ancak devletin koruyabileceğine inanmalarına kadar devam etmelidir. Öyle bir noktaya gelirsiniz ki, siz yalanlarınızı tekrar etmeseniz bile artık o ‘mutlak gerçek’ haline gelmiştir. Bu noktada devlete düşen görev ise, yalanın ölümcül düşmanı olan hakikatin ortaya çıkmasını engellemektir. Başka bir deyişle; hakikat yalanın ve devletin en önemli düşmanıdır’.

Bu örnekten hareketle, propagandanın ve yalanın sadece faşist veya totaliter idarelerde geçerli olduğu sonucuna varmamak gerekiyor. Goebbels sadece bir örnektir.

Bir başka örnek, 1995 yılında vefat eden, ABD’li eski senatör James W. Fullbright’a ait. Senatör, Vietnam anılarını anlatırken, ‘benim Vietnam tecrübesinden öğrendiğim en önemli şey, eğer bir savaş varsa, bir karışıklık varsa veya bir kriz varsa, devletin resmi duyuruları ve bilgilendirmelerine inanmamaktır’ demişti.

Çağımızda propaganda makineleri yine var ve yine tehlikeliler… Üstelik yalan propaganda bu devirde totaliter idarelerden çok demokratik idareler tarafından gerçekleştiriliyor.

Irak örneği

Propaganda savaşları ve yalan propagandaya en yakın örnek Irak’ın işgali ile ilgili yapılan faaliyetler teşkil ediyor. Sadece Irak Savaşını başlatmak için düzenlenen ve kurgulanan haberlerle sınırlı değil Irak konusunda dünya kamuoyunun yanıltılması. Hala bu konuda medya organlarında gerçek dışı bilgilere rastlamak mümkün…

En çarpıcı örnek, Irak altyapısı ile ilgili ‘haber ajansları’ tarafından dünyaya servis edilen ‘kurgu’ haberlerde gözlenmekte.

1.Körfez savaşından 3 ay gibi kısa bir süre sonra (hemen hemen tüm alt yapı tesisleri ABD tarafından bombalanmış, yıkılmış olmasına ve) tüm imkânsızlıklar ve ambargoya rağmen, Saddam yönetimi, altyapıyı, Bağdat’a 24 saat elektrik verecek duruma getirmiş, restore etmişti.

Bugün, Irak’ın işgalinden bu yana 4 yıldan daha uzun bir süre geçmiş, fakat Bağdat’a günde ancak 12 saat elektrik verilebilmektedir. Üstelik ambargo ortamı da yoktur.

İşte bu büyük başarısızlık ve fiyasko dünya kamuoyundan gizlenmekte hatta çok daha farklı Bağdat resimleri sunulmaktadır. Bugün tüm ‘gerçekler’ dünyanın gözü önünde cereyan ederken, bazı ABD televizyonlarında ve yazılı basın organlarında ‘özgürleşen Irak’tan’ mutluluk resimlerine rastlamakta mümkün.

Bu durum bazı önemli soruları gündeme getirmektedir: medya ne derecede propaganda faaliyetlerine hizmet etmekte, alet olmaktadır? Medya-propaganda ilişkisi neden kaynaklanmaktadır?

Diğer güncel örnekler

Bir diğer güncel örnek, Wall Street Journal ve New York Times’ın Venezüella lideri Chavez’e açtıkları savaşta gözlemlenmektedir. Bu iki önemli gazete, adı geçen Latin Amerika ülkesini adeta rakip kabul etmiş, gerçekliği sorgulanan haber ve yorumlara sayfalarında yer vermekte ve bu ülke ile ilgili bir propaganda savaşı yürütmektedirler (bakınız http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=5353).

İran propaganda savaşlarında medyanın kullanıldığı bir başka güncel örnektir. İran, İran’ın nükleer programı ve İran lideri Ahmedinecad’ın İsrail ile ilgili söylediği sözlerle ilgili batı medyasında çıkan haberlerin ne kadarı doğru ne kadarı yalan belli değildir (Ahmedinecad’ın çok büyük tepki çeken ‘İsrail haritadan silinmelidir’ sözünü hiçbir zaman söylemediği ile ilgili Arash Norouzi’nin yazısı ve bu konudaki medya çarpıtması için bakınız http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=4527).

Güncel örnekler İran ve Venezüella ile sınırlı değil. Batının karşısında olan, alternatif üreten herkes ve her ülke propaganda savaşlarının hedefi durumunda açıkçası…

Bu açıdan bakınca her savaşın biraz propaganda olduğunu görmek de mümkün, her savaşın ve her mücadelenin. Misal, sözde Ermeni soykırımı ile ilgili ‘yalan’ propagandanın inanılmaz sıklıkla ve çok çeşitli platformlarda tekrarlanması gibi. Ermeni yalanı konusunda uygulanmaya çalışılan taktik, yalanı herkes gerçek zannedinceye kadar tekrarlamaktır.

Medya nasıl hata yapar?

Medyanın yalan propaganda karşısında sorumluluğu olduğu yadsınamaz. Medyanın propagandaya alet olması çeşitli sebepten kaynaklanabilir.

Bazı durumlarda, ‘yalan’ öylesine gerçek görünen bir ambalaj içerisinde sunulmuş olabilir, o kadar gerçek gözükebilir ki medya ‘yalanı’ hakikat zannedebilir. Üstelik (Türkiye’nin Ermeni yalanı konusunda gerekli reaksiyonu göstermediği gibi) yalanın diğer tarafı sessizde kalabilir. Bu durumda açıkçası medyaya kabahat bulmakta güçleşir.

İkinci durumda ise medya bizzat (belli sebeplerden dolayı) propagandayı yapar. Wall Street’in Venezüella-ABD gerginliklerinde açıkça taraf olması ve gerçekleri çarpıtması gibi. Bu örnekte, medya siyasi görüşünü ortaya koymuş ve kendi kampında olan tarafın yanında yer almıştır. Daha başka bir deyişle medya ‘sözcü’ konumuna gelmiştir.

Bir diğer sebep ise, medyanın yanlış haber alma tekniklerini kullanmasından kaynaklanabilir. Irak örneğinde olduğu gibi ‘embedded-iliştirilmiş’ gazeteciler, sadece ordunun bildirilerini muteber kabul eder ve olaylara ‘at gözlüğü’ ile bakarlar.

Tüm bu sebeplerin yanı sıra, medyanın propaganda savaşlarına alet olmasının en önemli sebebi, uluslararası haber ajanslarının taraflı olmasıdır. Haber ajansları, gelişmeleri belli bir gözlükle bakarak, hatta bir süzgeçten geçirerek medyaya servis ederler. Bu sebep medyanın ‘günahtaki’ payının en az olduğu durumdur.

Sonuç olarak, Goebbels ölmüş olabilir, fakat düşünceleri ve propaganda taktikleri hala geçerli ve uygulanıyor.

Bize düşen ne derseniz, gerçeğin arkasında başka gerçekler olduğunu, o gerçeklerin arkasında da başka gerçeklerin yattığını bilmek derim. Araştırmak, körü körüne inanmamak…

--------------------------------------------------------------------------------

Alternatif medya/platform arayışları

Haberlerin propaganda ağırlıklı olarak ‘kurgulanması’ gerçeği beraberinde ‘alternatif platformları’ ve gerçek ‘gerçeğe’ ulaşmaya çalışanları ortaya çıkarmıştır dedik ya…

Uluslararası politikada ‘aslında ne oluyor’, alternatif dünya ne düşünüyor diyenler için ZNET International’ı (http://www.zmag.org ve http://blog.zmag.org/) öneririm. İlave olarak Center for Research on Globalization (http://www.globalresearch.ca/index.php?context=home) ‘medya dezenformasyonları’ ile ilgili yazılarda içeren önemli bir portal.

Center for Research on Globalization’a üyelik için http://www.globalresearch.ca/index.php?context=section§ionName=membership

Terörün Yeni Stratejisi

Devlet terörü

Başlık yanıltmasın, devletin terör yarattığını iddia edenlerden değiliz. Aksine, Türkiye’nin mücadele ettiği terör olaylarının ‘devlet terörü’ olduğunu, kanlı terör örgütünün arkasındakilerin bir takım çapulcu olmayıp, çeşitli devletlerin desteği ile hareket edenler olduğuna inanıyoruz.

Terör ile mücadelede, her sosyal konuda olduğu gibi öncelik hastalığın iyi teşhis edilmesidir.

Türkiye bugün, kendisine karşı uygulamaya konulmuş bir devlet terörü ve/veya devletler terörü ile karşı karşıyadır.

Bölücülüğün sınıflandırılması

Bölücülük kavram olarak bir devletin içerisinde, onun vatandaşı olarak yaşayanların bir bölümünün ulusal birliğe karşı çıkarak yaşadıkları toprak parçası ile birlikte o devletten ayrılma çabalarına veya ilgili toprak parçası ile birlikte başka bir ülkeye katılmaya dair hak iddia etmelerine denir.

Yakın tarihte dünyada yaşanan bölücülük hadiselerini iki grupta toplayabiliriz.

Birinci grupta, tarihi bir oluşum ve birikimden kaynaklanan gerçek bir bölücülük olabilir. Bu durumda, (dış unsurlar tarafından tahrik edilmiş de olsa) aldatılmış veya inandırılmış bir kitlenin bağlı bulundukları devlete karşı isyanı söz konusudur. 20 ve 21. yüzyılın mikro (veya başka bir deyişle kompartıman) milliyetçilik anlayışı bu gruba çok uymaktadır).

İkinci grupta ise, gerçekte olmayan bir hareketin, çeşitli çıkar çevreleri ve devletler tarafından tahrik edilerek problem haline getirilmesi vardır. Burada mikro milliyetçilik veya etnik bölücülükten çok, rakip devletlerin bölgesel çıkarları için kullandıkları örgütsel oluşumlar söz konusudur. Dış güçler tarafından teşkilatlanan ve oluşturulan bölücü örgüt, o derecede iyi hesaplanmış ve kontrol altına alınmıştır ki, tehdit ettiği devleti yıkmaya değil, onu meşgul etmeye-engellemeye, güç kaybettirmeye, arkasındaki ülkelerin dış politikalarında ona karşı kullanılabilecek kozlar elde etmeye yönelik olarak geliştirilmiştir.

İşte PKK gerçeği ve PKK öncesi Türkiye’nin yaşadığı terör travmaları (ASALA, Türkiye Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Halk Kurtuluş Partisi (THKP/C), KAWACILAR, Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD), Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) vb) bu ikinci oluşum tarafından açıklanmaktadır.

Özellikle Türkiye’nin 1960’lı yıllardan itibaren yaşadığı terör ve sosyal olayların arkasında ülkenin yoğun bir psikolojik savaşa itildiği, önemli iç ve dış problemlerle karşı karşıya kalındığı dönemler vardır.

Yukarıda ismi bahsedilen, bir kısmı tarih olan bir kısmı ise varlığını artık ancak uyuşturucu kaçakçılığı vb faaliyetlerle sürdürüp birer mafya örgütü haline gelen (THKP/C örneğinde olduğu gibi) terör örgütleri ‘belli’ zamanlama ve planlama ile Türkiye’nin karşısına çıkarılmıştır.

Öncelikle 1960’lı yıllara dönersek, soğuk savaş döneminde Türkiye ve batıya karşı girdiği psikolojik savaşta SSCB sadece Türkiye’de değil pek çok Avrupa ülkesinde, ilgili ülkeleri istikrarsızlaştırmak için terörü desteklemiş, terörist oluşumların arkasında yer almıştır. SSCB ile terör ilişkisi 1990’lı yılların başına kadar sürmüş, bu tarihten itibaren ‘yeniden yapılanma’ sürecini yaşayan Rusya, yarattığı ve beslediği terör örgütlerini ile ilişkisini fiilen kesmiş, sahipsiz kalan örgütler, yaşamak için gerekli finansmanları kaçakçılık ve benzeri faaliyetleri ile sağlamışlar veya kendilerine yeni patronlar bulmuşlardır.

Hem bahse konu 30 yıllık dönemde hem de daha sonrasında, orijini ve yönetimi başka ülkelere bağlı başka terör örgütleri de ortaya çıkmış ve bu örgütlerin çıkış zamanlaması hep Türkiye’nin meşgul olduğu, mücadele ettiği önemli dış olaylara denk gelmiştir.

Örnek vermek gerekirse;

Yunanistan’ın Megalo İdea’sının revaçta olduğu; Kıbrıs olayları, Ege kıta sahanlığı, Fır hattı, NATO’nun askeri yönetim kanadı ile ilgili Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan çekişmeler ve Batı Trakya Türk azınlığı konuları dünya gündeminde iken, terör çeşitli biçim ve sözde amaçlarla Türkiye’yi meşgul etmiş, güçsüz kılmıştır.

Yunan sorunları esnasında yaşanan en önemli terör olayları Türkiye’ye karşı ASALA’nın ortaya sürülmesi ve Türkiye’de iç savaş şartlarının oluşumunu hatırlatan 12 Eylül öncesi terördür.

Bu örnekten çıkarılacak sonuç, Türkiye’ye karşı uygulanan terör oyunun devlet terörü değil, devletler terörü olduğudur. Çünkü hem ASALA hem de yukarıda listesi verilen diğer terör örgütleri finansal ve lojistik kaynaklarının yanı sıra eğitim ve teşkilatlanma açısından sadece Yunan istihbaratından değil, Rus ve Bulgar istihbaratından da destek görmüşlerdi.

PKK’nın durumu

Türkiye’de gerçek bir bölücülük ve ayrılıkçılık hareketinin olmadığı aşikar. Yapılmak istenen bu paravan örgüt kullanılarak bölgede oluşturulmaya çalışılan çeşitli planların Türkiye’ye rağmen hayata geçirilmesidir.

Bölge ile ilgili ana plan, Irak’ın parçalanması, K. Irak’ta bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Bu ana planın çeşitli alt kategorileri vardır. Örneğin, Kerkük’ün K. Irak idaresine bağlanması, Irak Anayasasının 140. maddesinde tanımlanan ‘Kerkük Referandumu’ öncesi ‘normalleşme’ çalışmalarının hayata geçirilmemesi (Kerkük’e göç ettirilmiş Kürtlerin nüfus sayımına dahil edilmesi), K. Irak petrol kaynaklarının ABD’ye peyk olarak kurulacak bir Kürt devleti idaresinde kalması vb.

Başka bir açıdan bakınca PKK’nın bugün varlığının ve artan terör olaylarının arkasında yatan asli sebep ‘Orta Doğu Enerji Kaynakları’dır. PKK bu oyunda sadece maşa vazifesi görmektedir. Taşeron bir örgüttür, gerçek bir halk desteği de yoktur.

PKK’nın Amaçları

PKK bu oyunda kullanılabileceği sürece kullanılacak (aynen ASALA örneğinde olduğu gibi), misyonunu tamamladıktan sonra devreden çıkarılacaktır.

Bu sebeple PKK’nın uzun dönemli bir stratejisinin olduğuna inanmıyorum. Üstelik örgüt (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=makpinar&CId=56647) eski yapısından da çok uzaktır. Başsız, yönetim zafiyeti içerisinde ve bugünkü haliyle K. Iraklı partilerin (KDP ve KYP) lejyon güçlerini oluşturmaktadır.

Eski ve Yeni Bölücü Strateji

K. Irak’ta oluşturulmaya çalışılan devlet asıl hedef demiştik. Bu hedefin ikinci ayağı Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri ile K. Iraklı Kürtleri organik bir yapı içerisinde göstermektir, bu oluşumu sağlamaktır.

İşte bu noktada (2005 yılından itibaren) uygulamaya konulan çok önemli bir strateji değişikliği göze çarpmaktadır.

Eski strateji Kürtlerin yaşadığı her ülkenin (Türkiye, İran, Suriye) Kürt nüfusunun ayrılıkçılığa teşviki ve bu amaca hizmet eden terör hareketleri idi. Bu açıdan bakınca, her ne kadar finansal ve lojistik olarak dış güçlerce beslense bile, PKK diğer ülkelerin bölücü hareketlerinden bağımsız sayılabilirdi.

Konuyu daha iyi anlatmak için biraz geriye gitmek gerekiyor. PKK’nın kurulduğu 1979 yılında, aynı amaca hizmet etmek isteyen KUK, KAWACILAR ve TKSP bölgede faaliyet gösteriyordu. PKK önce kanlı hesaplaşmalar ve katliamlardan sonra adı geçen örgütleri yok etti daha sonra da güya ‘Kürt halkının Türk, Arap ve Fars sömürgeciliği tarafından toplumsal yapısı dağıtılmış ve işgal edilmiş ülkesi Kürdistan’ın Doğu Anadolu Bölgesini Türk Askerinden temizleyip, bölgede Marksist-Leninist temele dayalı bağımsız bir devlet oluşturma’ misyonunu ilan etti.

Bu misyon o dönem benzer 5. kol faaliyetlerinin arkasında yer alan SSCB’nin böl ve yönet ilkesi ile birebir uymaktaydı. Eski strateji dediğim de bu hareket tarzıdır.

Bu strateji altında, PKK 2005 yılına kadar Türkiye topraklarının bir bölümü için faaliyet gösteren bir terör örgütüydü.

2005 sonrasında; parçalanan, sahipsiz kalan ve yaşaması tamamen ABD’ye bağımlı hale gelen örgüt bu ülkenin bölgesel çıkarlarında kullanacağı bir kart haline geldi, ABD’nin taşeronu oldu.

Yeni terör stratejisi, Türkiye’ye ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir’. Türkiye’nin belli oluşumları kabul etmesi, daha önce deklare ettiği kırmızı hattını geriye çekmesidir.

PKK bu strateji değişikliği ile aslında sahip değiştirmiştir. Kuruluşunda ve sonraki yaklaşık 10 yıllık süreçte SSCB tarafından kontrol edilen kanlı örgüt, SSCB’nin dağıldığı dönemde aralarında Yunanistan, Suriye, Ermenistan, Fransa, Almanya vb ülkelerinde olduğu çok sahipli bir süreç yaşamıştır. Her ülke 1991-2005 arasında patronsuz kalan örgütü (eşyanın tabiatı gereği) kendi çıkarları için kullanmıştır. Örneğin Suriye; Orta Doğu su paylaşımı sorunu için, Yunanistan; Türkiye ile ilgili yaşadığı uluslararası sorunlarda ülkemizi güçsüz düşürmek için...

Sonuçta bugüne gelirsek, PKK’nın patronu artık ABD’dir.

Ölüm ne, sıtma ne?

Türkiye’ye gösterilmeye çalışılan ölüm senaryosu bir iç savaş, bir kardeş kavgasıdır. Daha önce ‘Netırsın Tıştık bıme nabe’ başlıklı yazımızda ‘

Dolayısı ile PKK’nın oynadığı oyun, kalabalıklar psikolojisi ile ilgilidir. Tunceli’de karakola atılan bombanın da, Ahmet Kaya tişörtü ile sokakta dolaşan gençlerin davranışlarının da arkasında, kalabalıklarla oynanan oyun vardır.

Topluluk ruhunu tahrikle, şimdiye kadar başaramadıkları bir gayeye ulaşmaya çalışılmaktadır. Tüm kışkırtmalara karşın Türkler ve Kürtler tüm tarih boyunca olduğu gibi yine ‘kardeş’ olarak yaşamakta ve birbirlerini öyle görmektedirler. Bu kardeşlik sonucu, Türkiye’nin hiçbir yerinde (şehit cenazelerinden sonra bile) Kürtlere kaşı bir tepki gelişmemiştir.

Aksine kalabalıkların tepkisi direk PKK’ya ve onların destekçilerine olmuştur.

Öyleyse yapılacak şey basittir. Sahipsiz ve başsız kalabalıkları provoke etmek, iki kardeş halkın arasına nifak tohumları ekmektir. Aralarında zihni birlik, bütünlük ve ortak özellikler barındırmayacak şekilde bir araya gelen insanlar kışkırtılmalı, iki toplum birbirine düşman hale getirilmelidir.’ demiştik. İşte ölüm, bu kavganın başarılmasıdır.

Bu senaryoya karşı Türkiye’nin rıza göstermesi istenen ise K. Irak’taki Kürt devleti fikridir. Önce Bu devlet oluşumu sağlanacak, daha sonra Türkiye, Suriye ve İran için yeni senaryolar uygulamaya konulacaktır.

Sonuç

G. Wardlaw (Political Terrorism: Theory, Tactics and Countermeasures, Cambridge University Press, 1982) Türkiye’nin 12 Eylül’den önce yaşadığı terör ortamını ‘ideological trap-ideoloji tuzağı’ diye adlandırıyor. Bizde bu tanımdan hareketle, PKK’nın ve bu paravan örgüt vasıtasıyla yapılanın bir çeşit ‘ethnic trap-etnik tuzak’ olduğunu bilelim, çözümü, bu teşhisi koyduktan sonra uygulayalım.

Dost kim düşman kim sorusu bu teşhisi koymakla cevap buluyor...