20 Mayıs 2007

Biz Uyurken...

Önce 1990’ların başında, bir sabah uyandığımızda, yaklaşık kırk beş yıl süren soğuk savaş bitmiş, biz hazırlıksız yakalanmıştık. Değişen ve yeniden kurulan dünyaya uygun pozisyon alamadık ve önümüze serilen fırsatları kullanamadık.

Zannettik ki SSCB ve ABD arasındaki rekabet ilânihaye sürecek ve biz bu rekabetin bize bahşettiği nimetlerden faydalanacağız.

Önce yalnız kaldık, bir başımıza. Pusulasız gemi gibi. Yönümüzü şaşırdık demeyelim, rotamız bile yoktu. İçimizde yaşadığımız sorunlarla boğuştuk bir on beş yıl. İçerideki toz duman, dışarıdaki gelişmeleri görmemizi de etkiledi. Yaşanan on beş yıl aslında bir geçiş dönemiydi hem bizim için hem de dünya için.

Çok sevdiğimiz ve çokça kullandığımız jeopolitiğin artık yavaş yavaş jeo-ekonomi haline geldiğini göremedik. Sadece terör ve ekonomik istikrarsızlıklar değildi bizi kör eden, pusulasız bırakan…

Ve bugün, geldiğimiz noktada bir kez daha uyandık ve biz uyurken dünyanın yeniden yapılandığını gördük. Belki hala göremedik, neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Hatta belki de anlamaya bile çalışmıyoruz.

Yanılmışız!

‘Türkiye’nin önemi azalmaz’ (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=51757) demiştik. Yanılmışız. Dün Türkiye’nin önemi azaldı. Türkiye elinde var olan en önemli ‘jeo-ekonomik’ avantajı kaçırdı, Türkiye Avrupa’nın enerji köprüsü, enerji koridoru olma fırsatını kaçırdı.

Gerçekte Türkiye’nin önemi kaybolmazdı, biz bunu başardık!

Çeşitli uluslararası kuruluşlarca gerçekleştirilen projeksiyonlara göre, Türkiye üzerinden Avrupa'ya artan miktarlarda Hazar ve Ortadoğu gazı taşınacak, bu miktar 2010'lu yıllardan başlamak üzere özellikle 2020'lerde oldukça büyük miktarlara ulaşılacaktı. Bu kapsamda ön fizibilitesi gerçekleştirilen NABUCCO projesi, Hazar (Türkmen ve Kazak) doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını amaçlamaktaydı. Projeye göre gaz hattı Türkiye’yi geçtikten sonra, Bulgaristan'dan başlayıp Romanya ve Macaristan güzergâhını izleyerek Avusturya'ya ulaşacaktı.

Evet, uyandık ve bu güzel rüya sona erdi. Rusya lideri Putin, Kazakistan ve Türkmenistan’a yaptığı 6 günlük gezide imzaladığı memorandumlarla, Kazak petrolünün ve Türkmen gazının Ruysa üzerinden Avrupa’ya aktarılmasını sağladı (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/6505862.asp?top=1).

Bu gelişme, Türkiye’nin jeo-ekonomisine darbe vurmakla kalmadı, uluslararası politika ve stratejik planlamalarda çok değişik sonuçlara imza attı. Sırayla gidersek,

1. Kazakistan ve Türkmenistan’ın Rusya’ya bağımlılığı artmış oldu. Her iki ülkenin bu ekonomik bağımlılık dolayısı ile politik olarak ta Rusya’ya yakınlaşması beklenebilir.

2. Rusya’nın dünya ekonomisi ve politikasında önemi artmış oldu. Özellikle Avrupa’nın enerji ihtiyacının önemli bir bölümü Rus kaynaklarına bağlandı.

3. Enerjide kaynak çeşitliliği yaratmaya çalışan Avrupa, Türkiye’nin geliştirmeye çalıştığı boru hattı politikalarına destek vermeyerek, kendisi için en kötü senaryonun gerçekleşmesine sebep oldu.

4. Türkiye tarihi bir fırsatı kaçırdı. Türkiye için şu anda Hazar enerji kaynakları ile ilgili sadece Mega Proje (Azeri Şah Denizi doğal gaz projesi) kaldı.

5. Hazar gazı için ABD ile rekabete giren ve Orta Asya’da aktif rol almaya çalışan Çin ve (birlikte hareket ettiği) Hindistan hayal kırıklığı yaşayan diğer ülkeler oldu.

6. ABD için Orta Asya enerji sahasında (Çin’den sonra) Rusya en önemli ve sert rakip haline geldi.

7. Boru hattı barış getirir mi? (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=50737) yazımızdaki sonuca dönersek, Rusya dünya ekonomisini ve dünya enerji kaynaklarını kontrol etmekte çok önemli bir avantaj sağladı.

8. Türkiye’nin dış politikası bir kez daha iflas ederken, aslında bir enerji politikasının olmadığı ortaya çıktı.

…..

Bu sonuçlar, ortaya çıkan resmin bir bölümü. Resmin neler getirdiği ve neler götüreceğini önümüzdeki günler ortaya çıkaracaktır.

Biz neden kaybettik?

Biz dış işleri politikamızın başarısını, Başbakanın veya dış işleri bakanının yurtdışı gezilerinin sayıları ile ölçüyoruz. Biliyorsunuz Başbakan iktidarı döneminde 157 kez yurtdışı gezisi gerçekleştirmiş.

Siz hiç Başbakanın bir gezide gittiği ülkede masaya bir proje koyduğunu, giderken kolunun altında dosyalar olduğunu gördünüz mü?

Maalesef geziler fotoğraf çektirmek ve iç siyasete dönük mesajlar vermekten öteye gidemedi. İşte Nabucco faciası bu realitenin sonucu.

Bir başka etkende, Başbakanın çevresinin tamamen dogmatik düşünceli insanlarla, danışmanlarla dolu olması, teknokratların bu dönemde ihmal edilmesidir.

‘Benim adamım’ düşüncesinin ve uygulamasının geldiği nokta, devletin işleyişinde teknokrat bürokratların geri plana itilmesi, ideolojik yaklaşım içerisinde olan bürokratik yapının gelişmesidir.

Bürokrasideki bu bozulma ve yozlaşma, vizyonsuz ve takipsiz dış politikayı da beraberinde getirmiştir.

Dün ve bugün

Daha önce en büyük sorun Başbakanın kültür düzeyi demiştik, okumuyor diye de ilave etmiştik.

Biz görmedik ama gören, duyan var mı merak ediyorum; Başbakan her hangi bir platformda Türkiye’nin ve dünyanın önümüzdeki 5 yılını, 10 yılını, 20 yılını anlattı mı? Öyle bir vizyon gören var mı kendisinde?

Okumadığı için bilmez muhakkak ama Türkiye kendisine II. Dünya Savaşına girmesi için baskı yapan bazı ülkelere rest çekip, ‘Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır’ diyen devlet adamlarına sahipti bir zamanlar. Bu sözle, Türkiye’nin dinamik dış politika üretip uygulayacak gücü olduğu, gerekirse pozisyonunu değiştirecek vizyonunun olduğu anlatılmıştı ABD’ye.

Bugüne gelirsek, problem, bir 23 Nisan töreninde, makamına sembolik olarak çocukları oturtacak Meclis Başkanının, bıyıkları terlemiş ‘epeyi gelişmiş’ bir delikanlı-çocuğu seçmesini ‘zafer’ zannetmesidir.

Bugün ‘devlet adamlarımız için’ zafer Nabucco değildir, ‘Çankaya’nın fethidir’…

Ne acı ve ne yazık… Somut dünyada soyut konuşan ve yaşayan bir ülke olduk.

Bundan sonra ne olur (Çeçenistan’a dikkat) ?

Rusya, Türkmen-Kazak-Rus boru hattını inşa ederken, maliyet unsuru nedeniyle Güney sınırını tercih edecektir. Hat mecburen ‘Çeçenistan’ üzerinden geçecektir. Bu ilk alternatif en ‘fizible’ olan hat güzergâhıdır.

İkinci seçenek (memorandumda yer alan hat) ise gaz ve petrolün (Çeçenistan’dan geçmeden) Rus Novorosiysk limanına getirilmesi ve buradan tankerlerle Bulgaristan’ın Burgaz limanına taşınıp, Bulgaristan üzerinden (aynı Nabucco’nun Avrupa ayağında olduğu gibi) Avusturya’ya ulaştırılmasıdır. İkinci güzergâh haliyle taşımacılık maliyetleri sebebiyle gerçekleştirilmesi zor olanıdır.

Bundan sonra, ABD’nin Hazar (ve enerji) politikası, imzalanan memorandumlar konusunda pes etmeyecektir.

Bu sebeple, önümüzdeki dönemde Kafkasya'nın yeni bir stres noktası olması beklenebilir. Bir süredir sakin olan bölge yeniden enerji savaşlarının tam ortasında kalmıştır.

Aynı şekilde Türkmenistan ve Kazakistan’da yeni politik gelişmeler ve dalgalanmalar beklenebilir.

Bu gelişme ile birlikte (bir süredir aralarındaki ekonomik ve politik rekabet artan) Çin ve ABD’nin, hiç beklenmedik şekilde Hazar enerji kaynakları için gizli veya açık bir işbirliği içine girdikleri görülebilir.

Yine aynı şekilde, daha önce Türkmen gazı için, Türkmenistan’la bir anlaşma imzalayan ve bu anlaşmaya Afganistan ve Pakistan’ı dâhil eden İran, Hazar gazı için ABD’nin tabi müttefiki olabilir. Bu durumda, önümüzdeki günlerde ABD’den İran’a karşı bazı yumuşama sinyalleri gelmesine neden olabilir.

Biz ne yapalım?

Henüz laiklik, milliyetçilik gibi konuları çözüp jeo-ekonomi, jeo-strateji gibi konularda düşünmeye başlayamayan Türkiye’nin açıkçası yapacağı pek bir şey yok.

Biz oturalım ve Çeçenistan’da, İran-ABD ilişkilerinde, Çin-ABD rekabetinde ve tabi Rusya-ABD kutuplaşmasında neler oluyor seyredelim, o kadar…

Nasılsa bir gün uyanırız ve keşfederiz ki, 'biz uyurken, dünya yeniden kurulmuş'...

Realite ve İdeoloji

İktidar Güdüsü

İktidar çoğunlukla, bir grubun veya bir kimsenin kendi arzularına göre diğer insanların davranışlarını tayin edebilme veya yoğurabilme yeteneği olarak tarif edilir. İşte bu amaç için uygulanır çıplak kava kuvvet, inanışların ve sadakatlerin kullanılışı veya sömürülmesi.

Daha başka bir yönü ile iktidar, bir grubun, bir toplumun kaynaklarını hedefleri uğruna kullanabilme kapasitesidir.

Bu kapasite kolay elde edilmez, her yönetimde olanda iktidar olamaz.

Birde bu açıdan bakmak gerekli Türkiye’de ki son tartışmalara... Hükümet iktidar mıdır, iktidarda mıdır sorularını sorarak...

İktidarı ele geçirme güdüsü ile iktidar olduktan sonra, iktidarı kullanabilme yeteneğini birbirine karıştırmamak gerekir. İlki hemen hemen hepimizde olan güdüdür. Yaşantımızda, bir şekilde belli çapta iktidar olmak isteriz, iktidar oluruz. Evde, işte, okulda hatta çocukken oyun arkadaşlığında.

Weber’i dinlersek, iktidar sosyal örgütün egemen faktörüdür ki ancak empoze edilirse kabul görür. Yani, özgür iradeden çok açık veya gizli empoze yöntemleri ile iktidar kök salar; yönetimler bu şekilde iktidar olur. Bu açıdan bakınca, bu zıtlaşmayı, bu ‘sen ve ben’ tartışmasını daha iyi anlayabiliriz. Türkiye’de sanki birileri kendisine empoze edilmeye çalışılan ‘iktidar’ modeline isyan etmektedir.

İktidar Şer midir?

İktidar sisteminde eşitlikte yoktur. İktidar eninde sonunda bir şahsın veya bir elit zümrenin tekelindedir. Adını ne koyarsak koyalım (istersek demokrasi diyelim), her sistem kendi elitini çıkarır.

Bu elit oluşum, Machiavelli’deki gibi (‘Prens’in kaba kuvvetle ve ex-ante var olan kötü niyeti uğruna iktidarını topluma kabul ettirdiği şekilde) zorbaca da olmayabilir.

George Orwell’in ‘Animal Farm’ında olduğu gibi halis niyetlerle yönetime gelenler, bir müddet sonra diğerlerinden daha eşit hale gelebilirler, böyle bir niyetleri ex-ante olarak olmasa bile. İktidarın zorlaması ile, belki iktidar olmanın yapısında olduğu şekilde elitleşirler, farklılaşırlar. SSCB döneminde, komünist partinin ve üyelerinin, devrimden bir müddet sonra ‘lümpen burjuva’ haline gelmeleri gibi...

Bir kez elit yapı oluşmaya görsün, eşitlik ve eşit rekabet şartları ortadan kalkar. Aynen oligopolistik piyasa şartlarındaki firma davranışlarında olduğu gibi rakipler için cebri veya diğer zorlayıcı engeller ortaya çıkar.

Elitlerin kendilerini korumasının yanı sıra birde tabiatları gereği ‘kul’ olan bir zümre meydana gelir. Hayatları bir şekilde iktidar mensuplarından faydalanmak olan bu ‘kraldan çok kralcılar’ aslında ‘vahşi ormanların’ leş yiyicileridir. Artıklar onlar tarafından temizlenir. Bugün, ‘neden böyle davranıyor’ dediğimiz pek çok kişinin veya grubun davranışının arkasında işte bu güdü yatar.

Bu görüşler (eşitliğin olmadığı iktidar), kapitalist düşünceye de tamamen zıt değildir.

Çağdaş Amerikan siyaset bilimi de, iktidarı pis bir konu olarak görür ve iktidar arzusunu kötü/şer bir duygu olarak tanımlar (Örneğin, iktidar konusunda yapıtları ile teoriye önemli katkılar yapan C. Wright Mills gibi).

İşte iktidar mücadelesi bu temel üzerinde yükselir: sizin iktidarınız kötü, benim ki iyi ve yararlı tartışmaları aslında, benim örgütüm/yandaşlarım iktidarın nimetlerinden nasiplensin tartışmasıdır.

İktidar reel-politiktir

İktidar siyaset biliminin konusu olduğu için, netice bir sosyal hadisedir. Bu sebepten bu konudaki tüm önermeler sloganımsıdır ve normatiftir. Misal, uygulanabilir bir ilke olan ‘Peter Kuralı’, modern işletme teorisinden ödünç olarak alınmaz, kullanılmaz.

Hatırlarsak Peter Kuralı, bir insanın, ancak başarısız olduğu bir mevkie kadar terfi etmesini öngörür. İlgili şahıs, başarısız olduğu mevkiinin daha üstüne terfi ettirilmemelidir. Bu bir kapasite, bir limit kuralıdır (Diyelim, bizim iktidar sahipleri bu kuralı kullanıyor olsalardı, sizce, Dış İşleri Bakanlığı performansı veri iken, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığından söz edilebilir miydi?)

İktidar aslında bir reel-politiktir. Seçim meydanlarında verilen vaatlerin gerçekle yüzleşmesidir. Sloganları, aynen bir kirli elbise gibi üzerinden sıyırıp atmalı siyasetçi iktidar olduğunda... Ne zamanki iktidar sahipleri, iktidar makamlarını (örneğin Meclis Salonlarını) miting alanlarına çevirilerse, işte o zaman korkmak gereklidir, çünkü politikacı hala reel politiğin farkında değil demektir. Hala yaşadığı toplumun gerçekleriyle yüzleşmemiş demektir.

Sadece bugünkü politik ortam değil, yakın geçmişimizde, hırs ve iktidar arzusunun aslında mülkiyet ve kar arzusundan daha vahşi sonuçlar doğurduğunu gösteriyor.

Machiavelli’den Başbakana

Biz, Başbakanın etrafını suçlamış ve kendisini yanlış yönlendiriyorlar demiştik bir seferinde. Şimdi, bir konuda haklarını tespit edelim; birileri Başbakana Machiavelli’den bazı pasajlar okumuş olmalı, çünkü ruh hali bunu gösteriyor. Misal, Machiavelli;

‘Hükümdarın yapacağı tek şey, hangi sistem iktidarına hizmet edecekse, onu benimsemek olmalı. Bu hareket tarzı, tebaasının duygularıyla (ve düşünceleri ile) uzlaşmasa bile, şartlar neyi emrediyorsa öyle hareket etmeli....

....

Hükümdarın hareketlerine karşı çıkılamaz. Hükümdar başka yerlerde olduğu gibi ilahi haklara sahip olduğu için veya bu mevkie Allah tarafından getirildiğinden kendisine karşı konulamaz...’ diyor.

Prens’ten yaptığım ilk alıntı, hangi şart olursa olsun uygulanan oportünist yaklaşımı izah ediyor diye düşünüyorum.

İkinci alıntı ise, Başbakanın etrafında olup ta, hem kendisine hem de topluma, ‘Erdoğan’ın sahabe ahlakına sahip olduğunu’ fısıldayan, hatta kendisinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu söyleyenleri yeterince anlatıyordur.

Realite ve ideoloji çatışması

Biz, Prens’te takılıp kalan AKP politbürosuna modern iktidar analizlerini okumalarını tavsiye edelim. Çünkü modern teori, ‘kendi doğrularını empoze etmek isteyen yönetimlerin’ eninde sonunda ‘gayri meşru’ hale geleceklerini yazar.

İktidar içgüdüseldir ve bir ihtiras göstergesidir dedik ya, işte bu ihtirası dengeleyen güç reel politiktir. 350 küsur milletvekili ile gayri meşru hale gelmemenin yolu reel politiği, Türkiye şartlarını anlamak ve iyi okumak olmalıydı.

Reel politik, yaşadığı ve hükmetmeye çalıştığı toplumun eğrilerini doğrularını öğrenmekle mümkün olur.

Reel politiğin ilk öğretisi, iktidarın sınırsız olmamasıdır. İktidar sınırlıdır, limitleri vardır. Bu limitler; dışsal veya içsel olabilir. Dışsaldır, sizin dışınızdaki dünya ve sizin gibi düşünmeyenler size sınır koyarlar. İçseldir, gücünüz her düşündüğünüzü uygulamaya yetmez.

Reel politik siz öğrendikçe size yardım eder. Siz ne kadar açıksanız öğrenmeye, bu olgu sizin en büyük yardımcınız olur.

İkinci öğreti, sizin geçiciliğinizdir. İktidarınız geçicidir. Herhangi bir sınıfın veya partinin iktidarı eninde sonunda biter.

Üçüncü belki de en önemlisi siz olayları kontrol ettik/ediyoruz derken, olaylar, gelişmeler sizi kontrol etmeye başlar. Gelişmelerin esiri olursunuz, siz ne olacağını belirlemeye çalışırken, edilgen hale geldiğinizi görürsünüz.. Sonunda, değişime ayak diremeniz, size karşı olanların sayıca ve nitelik olarak büyümesine yol açar.

Son söz; Başbakanın iktidarı ele geçirme arzusu normaldir, hepimizde var olan içgüdünün bir tezahürüdür. Başarısız olduğu, tıkandığı yer ise iktidarı kullanma/iktidar olma kapasitesidir ki, oda ancak ideolojinin, realite yardımıyla törpülenmesi ile mümkün hale gelir.

Ölümü özlemle beklediler

Papanın şakası

Savaşlar, çatışmalar ve çekişmelerin işgal ettiği dünya gündemi bir anda Papa 16. Benediktus’un ‘Latin Amerika’nın Hıristiyanlaşması’ ile ilgili demeciyle şenlendi.

Papa, Brezilya ziyareti esnasında, ‘Amerikan yerlilerinin, Hıristiyanların Amerika'yı keşfinden ve kolonileştirmesinden önce Hıristiyanlıkla tanışmayı sakince ve özlemle beklediklerini’ söylemiş ve eklemiş ‘yerliler 1492´de yeni kıtanın Avrupalılarca keşfinden sonra Hıristiyanlığa geçmek için hiçbir baskıya maruz kalmamışlar, kendi arzularıyla bu dini seçmişlerdir’.

Bir an için Papanın anlattıklarının doğru olduğunu kabul edersek, aslında Avrupa’nın varlığından bile haberdar olmayan bu zavallı Latinlerin, içlerinden gelen bir ilhamla sakince ve özlemle, kendilerine yeni bir din kazandıracak insanları, kendilerini kurtaracakları günü beklediklerini de kabul etmek gerekir.

Aynen Tevrat’ta denildiği gibi, ‘Bütün yüreğinizle beni arayınca bulacaksınız...’ ve İncil’de geçtiği şekilde, ‘ Kendini arayanlar için O bir yardımcıdır...’.

Papa, bu demeciyle, Latinlerin 1492 öncesinde arayış içerisinde olduklarını ve sakince, özlemle beklediklerini anlatıyor. Haliyle, Latinler, o günlerde ufukta beliren İspanyol donanmasını görünce de ‘işte bizimkiler, nihayet geldiler’ türü bir hisle davranıp, koşa koşa Katolik oldular.

Kara mizah gibi değil mi?

Bahse konu zamanlar, tarih öncesi çağlara ait olsa, ne kayıt var ne tarihi belge deyip, Papa Hazretlerinin beyanının doğru olduğunu kabul ederdik.

Fakat, Avrupalıların Latin Amerika’yı istilası ve bu kıtada uyguladıkları vahşet belgeleri ile malum. İspanyol istilası sonucu, Güney Amerika’nın iki büyük medeniyeti, İnkalar ve Mayalar yok olmuş, büyük vahşet ve katliamlar sonrasında Latin ahali zorla, cebren Hıristiyanlığı kabul etmiş.

Açıklamaya ilk tepki Chavez’den

Papanın beyanatına ilk tepki, ‘yeni Zapatero’ Chavez’den gelmiş. Chavez, Papa 16. Benediktus'a hitaben, "Nasıl olur da buraya tüfeklerle donanmış halde gelenlerin hiç baskı yapmadan kıtayı Hıristiyanlaştırdıklarını söyleyebilir" ifadesini kullanmış.

Chavez, ayrıca Papanın saklamaya çalıştığı, tahrif ettiği Latin katliamı ve bu gizleme ayıbı nedeniyle özür dilemesi gerektiğini belirtmiş.

Chavez, "Bu topraklardaki yerli soykırımını Papa dahil hiç kimse inkar edemez. Papa desteklenmesi çok zor şeyler söylemiştir. İşte bu yüzden Katolik Kilisesi her gün daha fazla inanan kaybediyor. Öyle görünüyor ki, Papa Latin Amerika´da Katoliklerin sayısının azlığından kaygılı, ama bu açıklamalarıyla durumu daha da istikrarsızlaştırıyor" diyerek çok önemli bir tespit yapıyor.

Gerçektende Katolik mezhebi sayısal olarak, nüfuz sahası olarak güç kaybediyor, hem de Rönesanstan beri...

Papa neden bu açıklamayı yapmak zorunda kaldı?

Katoliklerin tarihte uyguladıkları katliamların izleri silinecek türden değil. Papa bu izleri yok etmek için, gerçekleri tahrif yolunu seçmemiş olsa gerek. Bu demeç tamamen bir suçluluk psikolojisinin sonucu diye düşünüyorum.

Düşünün ve empati yapın. Çok kanlı bir vahşetin mirasçısı olacaksınız ve bu vahşetin muhataplarının karşısına çıkacaksınız. Açıkçası izleyebileceğiniz iki yol olur önünüzde: ya katliamları kabul edip özür dileyeceksiniz veya Papanın Brezilya’da yaptığı gibi reddedip çok farklı hikayeler anlatacaksınız.

Bu iki yol arasında tercih çok büyük sonuçlar doğuracak türdendir. Eğer birinci yolu seçerseniz, Hıristiyan dünyasındaki mezhep çatışmalarında büyük yara almanız mukadder olacaktır.

Evet ben çok kanlı bir geçmişin mirasını taşıyorum demeniz, aynı zamanda yeni nüfuz sahalarındaki faaliyetlerinizi de etkileyecektir.

Doğrusu kimse Papadan böyle bir yol izlemesini bekleyemez.

Bazı okurların, doğruyu söylemiyor bari sussaydı dediklerini tahmin edebiliyorum. Evet, hiç kimse Papanın karşısına geçip, Sayın Papa hazretleri siz neden Latin ülkelerinde katliamlar yaptınız türü bir soru sormamıştır. Bu sebepten Papanın lüzumsuzluk yaptığını düşünebilirsiniz.

Fakat bu sorunun şimdiye kadar sorulmamış olması, ilelebet Katolik dünyasının bu sorgudan muaf olacağı anlamına gelmeyecekti. Papa, erken davranıp, sorgu başlamadan yalanlama yolunu seçmiştir. Bu bir taktiktir, bir manevradır. Bu ‘erken’ açıklama Vatikan’ın Latin dünyasındaki gelişmeleri yakından izlediğinin, istihbaratının iyi çalıştığının da kanıtıdır.

İsa kopra toplar mı?

Bir Pazar günü Latin Amerika katliamlarını detaylandırarak canınızı sıkmak istemem.

Aslında yeni topraklar ve ufuklardaki her Hıristiyanlaştırma çabası kanlı da olmamıştır. Şimdi vereceğim örnekte olduğu gibi ne bir vahşet vardır ortada ne de örnek vaka 15. yy’a aittir. Fakat neresinden bakarsanız bakın en az Papanın ironisi kadar komiktir.

Sadun Boro, ilk dünya turuna Alman eşi ile birlikte 1967 yılında çıkar. Sadun Bey, küçük teknesi ile bütün denizleri dolaşmakta ve izlenimlerini de Hürriyet Gazetesinde yayınlamaktadır. İşte aşağıda yer alan yazı Hürriyet Gazetesinin, 26 Ağustos 1967 tarihli sayısında olup, İsa kılığındaki kopracıları anlatmaktadır.

Kilisenin sömürdüğü adalar

Yemekten sonra hep beraber ufak köyü gezdik. Tonga’da da, Polinezya’da olduğu gibi, bol yetişen kapok, yerlerde ziyan olup gidiyor. Büyük ağaçlarda lif gibi olan kapoğun pamuk ile ipek arası ince elyafları var. Oyuncak gibi sazdan ufacık evleriyle pek fukara bir köy. Her evden bir kadın çam sakızı çoban armağanı kabili bir kabuk veya kolyeyi Oda’ya hediye ediyor. Kadınlar evlerinin önünde, kıyıdan topladıkları böcekleri temizlemekle meşgul... Dertleri büyük... Çünkü bu cumartesi akşamı,kiliseye yatırılması gereken paranın son günü... Çoğu da üzgün zira papazın istediği miktarı aylardır yemeyip içmeden biriktirdikleri halde daha toplayamamışlar.

Bu garip insanların saflığından istifadeyle iliklerini sömüren din adamı (!) papaz kisvesi altında, bir yığın hergele güruhunun elinden çektikleri, Hıristiyanlık aleminin yüz karasıdır.

İki asırdır, Pasifik’in bir zamanlar mesut adalarına dadanan misyonerlerin yedikleri herzeler, birkaç cilt doldurmaya yeter... Son zamanlarda Fransız Polinezya’sında bunların faaliyetleri bir nebze olsun sınırlanmış. Fakat batıdaki bu adalarda hala emecek kan buluyorlar. Türlü vaat ve tehditlerle bu saf insanların ruhlarına işlemişler bir kere.

Dediklerine bakın, istedikleri parayı getirmezlerse İsa onlara kızacakmış... Türlü işkencelerin yapıldığı cehennem açmış kollarını onları bekliyormuş!

20. asırda hala papazlar cennete giriş bileti kesiyor!.. Türlü bahanelerle, zaten fakir olan halkın eline geçen parayı da bunlar alıyor. Bu cumartesi kilise yapmak için her erkeğin 20, her yaşlı kadının 5 sterlin vermesi lazım. Haftalık kazanç ise, eğer onu da bulurlarsa, 2 sterlin!.. Yemiyor içmiyor biriktiriyorlar ki cehennemden korunsunlar, İsa onlara kızmasın. Üst baş perişan, evler tayfunda yıkılmış, şimdikiler derme çatma. Kulübeler bir kuvvetli rüzgara bakar. Yenisini yapacak para yok. Ama kiliseyi kızdırmamak lazım... Bütün biriktirdiklerini olduğu gibi onlara veriyorlar.

On Kilise

Bu hafta birkaç turist gemisi geldiği için memnunlar... Bir, iki kabuk, çanta satmışlar. Düşünün, on beş haneli bir köyde 5-6 değişik mezhepten kilise var. Gecekonduların içinde eşine modern şehirlerde bile zor rastlanan ihtişamda kiliseler var. Neiafu’nun nüfusu bini geçmez. Tam on tane kilise bulunuyor. Hem de ne muhteşem...

Bu güruhun Pasifik adalarındaki hikayeleri en profesyonel dolandırıcıların bile ağzını açık bırakır. İsa kılığına girmiş, köylerden kopra toplayanları mı ararsın?

.....

Bir kısım misyoner ise işi artık şirket haline bile sokmuşlar. Büyük hindistan cevizi, muz plantasyonları, nakliye için hususi guletleri mevcut.

Hepsinin göbeği yerinde, İsa’nın sayesinde mükellef bir hayat sürüyorlar velhasıl!...


Latinler Papaya teşekkür borçlu...

Latinlerin Papaya bir teşekkür borcu var artık, tarihleri konusunda karanlıkta kalan bir nokta açığa çıkmış oldu.. 'En azından 16. Benediktus sayesinde öğrendiler ki ataları sakin ve özlemle beklediler İspanyolları... İspanyolları ve ölümü...'

Papanın dediği gibi, 'İspanyollar ve diğer Avrupalılar ne koloniciydi ne de katliam yaptılar'.

Kim bilir belkide mutlu ölmüştür İnkalar ve Mayalar... Düşünsenize, kendilerine vahşet uygulayan sömürgecilerin İsa kılığında olduğunu... Bundan büyük saadet olur mu insan için, inandığın Peygamberin elinden olurken ölümün...