12 Mayıs 2007

ABD neden hata yapar?

-bu yazı 11.04.2007 tarihinde onpuntoda yayınlanmıştır-


Türkiye’nin ve ABD’nin Kuzey Irak’a bakışları arasındaki büyük bir fark söz konusudur. Türkiye’ye göre, ABD, K. Irak’ta yanlış politikalar uygulamaktadır. Örneğin, Kerkük’te, Irak savaşının başından bu yana Kürtler tarafından uygulanan ‘demografik faşizm’ göz önündeyken, ABD’nin, referandumun 2007 yılında yapılması için verdiği destek aklımıza ‘neden ABD hata yapar?’ sorusunu getirmektedir.

ABD’nin (veya herhangi bir ülkenin) uluslararası politikaları, yaptıkları istihbarat çalışmalarına bağlı olduğuna göre, ABD’nin muhtemel hataları için öncelikle CIA’e ve bu kurumun analizlerine bakmak gerekir.

ABD istihbaratı ile ilgili gözlenen en önemli problem, CIA’in politikacılarla ilişkilerindeki bozukluktur. CIA son yıllarda artan oranda politikacıların manipülasyonlarına açık hale gelmekte ve CIA’in görev alanları dışında çalışmaya zorlanması çeşitli suiistimallere yol açmaktadır.

Özellikle Irak savaşını dikkate aldığımızda CIA resmi istihbarat analizlerinin, ABD milli güvenlik konularında bile güvenilirliğini yitirmiş olduğu görülmektedir. CIA analizleri politikacılar tarafından çarpıtılmakta ya da politikacılar CIA’i kendi amaçları için kullanılmaktadırlar.

Bu durum politikacılar ile istihbarat analizcilerini karşı karşıya getirmekte, ABD’de resmi istihbarata karşı var olan güven bunalımını tırmandırmaktadır. Orta Doğu ile ilgili 2000-2007 arasında yapılan istihbarat analizlerine baktığımızda bu bozulma çok net görülmektedir. Saddam’ın olmayan kimyasal silahları ile ilgili yapılan istihbarat hataları ve bu hatalara yol açan CIA nezdinde ki yönetim yönlendirmesi çok aşikardır.

Eski senatör C. Turner’ın başkanlığını yaptığı Kongre Irak Araştırma Komisyonunun yaptığı çalışmalar, istihbaratçıların ‘kasıtlı’ hatalarını gündeme taşımış fakat komisyonun raporu Kongre Kütüphanesinde yer kaplamaktan daha öteye yararlı olamamıştır.

ABD’de son iki yıldır Bush yönetiminin istihbaratı kendisine oyuncak ettiği, savaş nedeni yaratmak için hayali analizler ürettiği konuşulmuş, CIA’in artik partizan bir kurum olduğu sıklıkla dile getirilmiştir. Bush yönetimi bu eleştirilere karşılık olarak sadece kendilerinin değil BM ve Uluslararası Atom Ajansı benzeri kurumlarında kimyasal silah ve kitle imha silahları ile ilgili (bu bahsedilen kurumların tamamının kendi nüfuz sahalarında olduğu gerçeğini saklayarak) hatalar yaptıklarını öne sürmüştür.

Bu açıdan baktığımızda, Bush yönetimi haklıdır. Kendilerinden önce gelen Clinton yönetimi de, bazı Avrupa ülkeleri ve onların istihbarat teşkilatları gibi aynı şekilde yukarıda anlatılan hataları yapmışlar, Saddam’ı haksız yere suçlamışlardı.

Savaşın başlangıcından bu yana geçen dört yıldan sonra, ABD siyasetinde var olan ve daha aklı selim davranan bazı gruplar yapılan hataları daha iyi anlamaya başlamışlardır. ABD’de körü körüne savaşa destek dönemi sona ermiş, savaş karşıtları; aslında savaş öncesinde Saddam’ın köşeye sıkışmış olduğunu, çok katı bir denetleme sistemi ve prosedürü ile kimyasal silah ve kitle imha silahları konusunda ilerleme sağlanabilme imkanının heba edildiğini dile getirmeye başlamışlardır. Demokratlar ve diğer araştırma ve düşünce kuruluşları, ABD yönetiminin (ve CIA’in) hata yaptığını açıkça belirtmektedirler.

ABD’nin Orta Doğuda Gerçek Hedefi Ne?

ABD’deki bağımsız araştırma kurumları ve akademisyenler, ABD’nin hatalarını söylerken aslında dile getirmedikleri başka gerçeklerde vardır. Bu gerçeklerin ortaya çıkması ile birlikte, ABD yönetimi neden istihbaratçıları ve uluslararası kurumları yanlış yönlendirmiş ve neden gerekçesiz bir savaşa girişmiştir sorularına da cevap bulunmuş olacaktır.

Açıkçası bizim düşüncemize göre, ABD’nin ana hedefi Orta Doğuda savaş öncesi var olan güç ve iktidar yapısını değiştirmek, bölgey' ABD politikalarını destekleyecek ekonomik ve politik liberal yapıya kavuşturmaktır.

Bu ana hedefin yanındaki ‘yan hedefler’ bölgede İsrail’i rahatlatmak, İsrail devleti için mevcut risk kaynaklarını kurutmak, bölgedeki petrol kaynaklarını istikrarsızlıktan kurtarmaktır.

Şimdi geçmişe dönük simülasyonlar yapılınca, iyi işleyen bir CIA’in ve iyi hazırlanmış, yansız analizlerin, savaş öncesi ABD yönetimine 'savaşa girme' sonucunu çıkaracak politika önermeleri vereceğini görmek mümkündür.

Irak konusunda ABD'nin yanlışlarında, CIA’in hatasından çok, yönetimin hatası veya kasıtlı politikaları rol oynamıştır. CIA, uluslararası politika karar verme mekanizmasına tarihinde hiç olmadığı kadar önemsiz bir rolle dahil edilmiş ve hazırladığı analizleri manipüle edilmiştir.

İstihbarat – Siyaset İlişkisi

İstihbarat/analiz hazırlıkları ile politika belirlenmesi/tespit edilmesi iki ayrı yönetim fonksiyonudur. İstihbaratçı bilgi toplar, bilginin kredibiletesini değerlendirip, doğruluğunu test ettikten sonra elindeki başka bilgilerle beraber harmanlayıp, ilgili ülke çıkarlarını dikkate alarak analizini hazırlar. Bu süreçte kesinlikle yanlış bilgi (misinformasyon), bilgilendirme, yanlış yönlendirme yoktur. Ayrıca bu yöntemde, politika belirleyicilerinin de dahli söz konusu olamaz. Yani politikacıların istekleri doğrultusunda onların gönüllerini hoş tutacak raporlar hazırlanmaz, bilgiler bu yönde toplanmaz. İstihbaratçılar, kendi değer yargılarını, siyasi görüşlerini analize katamazlar. Bağımsız olmaları gerekir.

Analizler, ülkenin, politikacıların ne yapması gerektiğini anlatmaz, bir durum tespiti yapar, bir çeşit röntgen filmi çeker. Politikacılar ise bu analiz ve raporlara dayanarak (güvenerek) politikalarını oluştururlar kararlarını verirler.

ABD yönetimi ve CIA için bu kavramların hepsinin birbirinin içine girdiğini görmek mümkün. Pratikte, CIA’in analitik projeksiyonları aynı zamanda politika önermeleri içerirken, raporlar tek taraflı ve kasıtlıdır. Objektiflik yoktur. Raporlar olmaması gereken şekilde bazı politikaları desteklemekte, bazılarına karşı çıkmaktadır.

Bush yönetimine getirilen eleştiri sadece bu ayrımın (istihbarat-politika) alt üst olması değildir. Aynı zamanda partizan uygulamalarla istihbarat kurumunun gücünün azaltılması, güvenirliliğinin yitirilmesidir.

Bush yönetimi Irak ve Orta Doğu konusunda, karar verme sürecinde CIA raporlarını kullanmamış, aksine kendi politikalarına baz teşkil edecek, kendilerini haklı çıkaracak analizler hazırlattırmıştır.

Yönetim dört yıl önce, Irak, Irak’ın etnik yapısı, direniş gücü, kimyasal silahları konusunda bırakın herhangi bir analizi kullanmayı, CIA’den böyle bir analiz istemeden, talep bile etmeden savaşa gitmiştir. Sonuçta bugün Irak’ta ödenen bedel, partizanlığın ve karar verme mekanizmasındaki çarpıklıkların bedelidir.

CIA ve benzeri karar verme mekanizmasına yardımcı kurumlar devre dışı bırakılınca, uygulanan Orta Doğu politikalarının temeli (ve sebebi) Bush yönetiminin kafasındaki ‘değer yargıları’ olmuştur.

Yönetim, kendi inanışları ve değer yargıları paralelinde politikalar uygulamış ve uygulamaktadır. Bu durumda ABD yönetimini etkileyen, Bush yönetiminin değer yargılarını (yönetim için doğruları ve yanlışları) belirleyen kurum ve mekanizmalar önemli olmaktadır. ABD’de İsrail Tabusu (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=43866) isimli yazımız zannederim, Bush Yönetimi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen öğeleri açığa çıkarmaktadır.

Ya Kerkük?

Sonuç olarak, ABD’nin Kerkük ile ilgili kati, şartsız Kürt desteğinin hata olarak adlandırılması yanlış olacaktır. ABD, Kerkük için, belli amaçlar ve hedefler içeren politikalar belirlemiş, CIA bu politikaları haklı çıkaracak raporlar hazırlamıştır, o kadar. ABD’nin Kerkük politikası kastidir, hata sonucu değildir. Ortada politika hedefleri vardır ve bu hedefler için gerekçe hazırlayan bir kurum söz konusudur.

Amerikada İsrail Tabusu

bu yazı 07.04.2007 tarihinde onpuntoda yayınlanmıştır-

Amerika kamuoyunda musevi lobisinin etkisine girmeyen kesim ile ABD’nin Irak’taki başarısızlığını sorgulayanlar bugünlerde şu sorunun cevabını arıyorlar. Orta Doğu’da gerçek patron kim? ABD mi yoksa İsrail mi?

Amerika’da İsrail ile ilişkileri tüm boyutları ile tartışmak neredeyse bir tabudur. ABD’nin İsrail’e yaptığı doğrudan yardımların tutarı, ülkenin Orta Doğu’da tamamen İsrail güdümüne girmesi, İsrail’in ABD’nin politika açılımlarını etkilemesi ve tek taraflı şartsız destek gibi konuları eleştirmeniz bir yana tartışmaya açmanız bile şiddetli ve yıkıcı bir muhalefetle karşılaşabilir.

Konuyu biraz daha açmak için öncelikle ABD’nin İsrail’e yaptığı ekonomik yardımları inceleyerek başlayalım. ABD’nin her yıl İsrail’e (yardım yaptığı diğer devletlerle mukayese edilemeyecek miktarda) ekonomik katkısı söz konusudur. İsrail artık (gerek OECD gerekse BM sınıflandırmalarına göre) sanayileşmiş ülke sayılsa bile (2006 yılı verilerine göre İsrail’in gayri safi yurtiçi hasılası İspanya ve Güney Kore’nin gelir seviyelerine eşittir) ABD’den her yıl 3 milyar dolarlık yardım almaktadır.

ABD yardımının büyüklüğünü daha iyi anlamak için, yardımın kişi başına düşen tutarına bakmak daha açıklayıcı olacaktır. ABD’den İsrail’e aktarılan kaynaktan her İsrail vatandaşına yıllık 500 dolar düşmektedir ki bu miktar Hindistan’ın kişi başına gelirine neredeyse eşit olup, Bangladeş’in kişi başına milli gelirinin ise neredeyse iki katıdır. Ekonomik yardım avantajının yanı sıra, İsrail, ABD ile yaptığı ikili (çok özel şartlara sahip) anlaşmalar sayesinde avantajlı teknoloji transferi ve ticaret önceliklerine haiz olmaktadır. ABD Kongresi ve alt komite raporlarına göre, İsrail’e tanınan tek taraflı avantajların sebepleri stratejik unsurlar ve İsrail’in bekasının sağlanmasıdır.

Bu açıklama ABD kamuoyunun önemli bir bölümü tarafından muteber görülmektedir. Aklı selim sahibi bazı politikacılar ise (örneğin Kongre’nin eski azınlık lideri Richard Gephart gibi) ABD’nin İsrail’e karşı gösterdiği cömertliğin ve yaratılan siyasi ve diplomatik avantajların İsrail’in varolması ile açıklanamayacağını iddia etmektedirler. ABD’li ünlü dış politika uzmanı Zbigniew Brzezinski’de, İsrail’in soğuk savaş döneminde ABD için hayati öneme sahip olduğunu ama Orta Doğu’nun yeni konjonktüründe artık İsrail’in hem öneminin azaldığını hem de İsrail’in yok olması riskinin ortadan kalktığını belirtmektedir.

Benim değerlendirmelerime göre de Brzezinski haklıdır. İsrail’i haritadan silmek amacını taşıyan aşırı Filistinli grupların ve İran Devlet Başkanı Ahmedinecad’ın sesli olarak dile getirdiği bu düşüncenin gerçekleşmesi imkansızdır.

Bu gerçek göz önünde iken, İsrail’in, ABD’nin sınırsız destek ve yardımlarını kullanarak Filistinlilere karşı uyguladığı zorba tavır ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını engellemesi ABD’de bundan böyle daha çok çatlak sesin çıkmasına yol açabilir.

Mevcut durumda İsrail’i, ABD’nin doğru adımlar atmasını engelleyen bir ayak bağı gibi veya Orta Doğu’nun gerçek patronu gibi görmek daha doğru olacaktır. Bu durumda da ABD, Orta Doğu’da ancak taşeronluk yapmaktadır. Bu tezimizi desteklemek için konunun uluslar arası politika ile ilgili kısmına biraz açmak ve özellikle ABD’de aktif olarak faaliyet gösteren Musevi lobisini daha yakından tanımak gereklidir.

İsrail’in ABD dış politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendirmesinin ardında Musevi lobisi vardır. ABD’deki etkin Yahudi grupları bu tek taraflı ve şartsız desteğin mimarlarıdır. Musevi lobisi, aralarında çokta kuvvetli bağlar olmayan şahıs ve organizasyonlardan oluşur. Lobi sadece Musevilerden oluşmaz, özellikle Avangelist Hıristiyanlardan çok sayıda destekçisi vardır.

Tüm Museviler lobi içerisinde yer almaz, hatta zaman zaman aralarında değişik konularda ihtilaflarda görülebilir (örnek olarak İran’ın düzenlediği ‘Yahudi soykırımının olmadığını’ ispatlamak amacıyla toplanan uluslar arası konferansa bazı ABD’li Musevilerin katılması gösterilebilir). Musevi lobisinde bir liderlik mekanizması olmadığı gibi merkezi bir otoritede yoktur. Koordineli olarak çalışmaya özen gösteren İsrail taraftarı gruplar ve kişiler, temelde ABD politikalarını Musevi çıkarları lehinde şekillendirmeye çalışırlar.

Amerikan siyasetinde varlıkları hukuki olarak kabul gören lobicilik organizasyonları aslında (ABD siyasi terminolojisini kullanırsak) politik ‘çıkar’ gruplarını oluştururlar. Lobiciler, ABD Kongresi ve alt komitelerinde yürüttükleri çalışmalar ile bir yandan ABD politikasını şekillendirirken öte yandan da İsrail’in zorbalıklarının sempatik görünmesini sağlarlar. Lobi, politikacıları maddi olarak destekleyip kendisine bağladığı gibi, seçmen bazında ve kamuoyunda var olan etkinliğini kullanarak politikacıların İsrail safında yer almalarını sağlar.

Mevcut Amerikan yönetimine hakim olan neo-con’ların (neo-conservatives-yeni muhafazakarlar’ın kısaltması) lobi ile organik ilişkileri mevcuttur. Neo-con’ların, ABD’nin Irak’taki başarısızlığı üzerine artan eleştirilerden yeteri kadar etkilenmemeleri de yine lobi faaliyetleri mümkün olmaktadır.

Lobi kitaplar çıkarır, dergi ve gazetelere nüfuz eder, mektuplar yazar, önemli düşünce kuruluşlarını finanse eder ve değişik propaganda tekniklerini kullanarak kamuoyu oluşturur ve politikacıları, İsrail’e gösterilen kayıtsız şartsız desteğin aynı zamanda ABD lehine olduğuna inandırmaya çalışır. Neticede İsrail için uygun hareket alanı ve kamuoyu oluşturulur.

Bu pozitif çalışmaların yanı sıra birde, karşı grup olarak adlandırılabilecek olan kesimlerden çıkan ‘çatlak’ seslerin susturulması da yine lobinin faaliyetlerindendir. Bu kesimler (İsrail karşıtları) ve görüşleri bastırılır ve sindirilir (Lobi karşıtı görüşler daha çok demokratların içerisinde yer almaktadır. Fakat ABD siyasetinde İsrail karşıtı siyasetçilerin neredeyse var olma şansı olmadığından, ülkede başkanlık seçimlerinde gerçekleşebilecek muhtemel bir iktidar değişikliğinin de çok şey fark ettirmeyeceği kolaylıkla öngörülebilir).

Lobinin en etkin organizasyonu, Amerikan-İsrail İlişkiler Komitesidir (AIPAC – The American-Israel Public Affairs Committee). ABD siyasetinin ana aktörleri olan Demokratlar ve Cumhuriyetçiler önemli ölçüde bu komitenin etkisi altındadır. Komitenin ‘misyonunda’ yığınla ifade yer almaktadır. Fakat asıl kuruluş gayesi ABD’nin Orta Doğu politikasının şekillendirilmesidir.

İşte Senatör Richard Gephart, AIPAC’ın günlük uyguladığı sıkı takip politikası ile Kongre üyelerini marke ettiğini, bu markajın olmaması durumunda ABD’nin Irak işgalinin gerçekleşmeyebileceğini iddia etmektedir.

Önemli bir Orta Doğu uzmanı olan dostumuz Michael Rubin’de neo-con’ların ve kararlarının arkasında lobiyi görür ve eğer Musevi lobisinin dahli olmasa Irak savaşının hiç başlamayabileceğini söyler. Zbigniew Brzezinski’de lobinin savaşa katkısına inanmaktadır, fakat Rubin’den tek farkı 11 Eylül’ün lobinin elini güçlendirdiğini, bu sayede Başkan Bush’un ve Başkan Yardımcısı Cheney’nin ikna edildiğini iddia eder.

Öngörüme göre; Irak’taki işgalden sonra, lobinin yeni hedefi İsrail’in, bekası ile ilgili Orta Doğu’da en büyük tehlike olarak gördüğü İran'dır. İsrail kendi nükleer gücü ve konvansiyonel yeteneğine karşın, İran’ın nükleer güce ulaşmasını istememekte ve engellemeye çalışmaktadır. Bunun sonucunda da, İran-ABD ilişkilerinde İsrail’in düşünce tarzını ve gayelerini rahatlıkla görebiliriz.

Dünyada, ABD ve İsrail dışında İran’a askeri müdahale opsiyonu seslendiren ülke yoktur. AIPAC ise bu fikri her platformda seslendirmektedir. Irak’ın işgalini savunan neo-con’lar ve AIPAC bu kez İran için bastırmaktadır. Bu politika ise İsrail’in ve ABD’de etkin olan Musevi lobisinin tesiri ile şekillenmektedir.

Sonuç olarak; lobinin röntgenini, bölgemizde yaşanan gelişmelerle üst üste koyunca, gerçek patron daha net şekilde ortaya çıkmaktadır. Bölge ülkeleri açısından işin kötü tarafı ise ABD’de gelecek başkanlık seçimlerinde iktidarın Demokratlara geçmesinin de tabloyu pek fazla değiştirmeyeceği gerçeğidir.

Evet, neo-conlar iktidarı kaybedebilirler, fakat AIPAC tüm gücü ile Kongreyi ve ABD karar alma mekanizmalarını etkilemeye devam edecektir. Patron değişmeyecek ve muhtemelen taşeron, patronun yönlendirmesi ile Orta Doğu’da yeni politikalar uygulamaya koyacaktır.

Savaşın Şirketleri

-bu yazı ilk kez 03.04.2007 tarihinde onpuntoda yayınlanmıştır-

Liberal ekonomi, piyasaların herhangi bir devlet müdahalesi olmadan kendi kendilerini düzenleyeceklerini iddia eder. Klasik ekonominin öncüsü Adam Smith bu mekanizmayı ‘görünmez el’ olarak adlandırır. Görünmez el aslında ‘fiyat’ mekanizmasından başka bir şey değildir. Onunda arkasında ‘arz-talep’ dengesi vardır.

Her ne kadar bu öngörü uygulamalarda doğrulanmamış olsa da, fiyat dışı faktörleride dikkate alarak kendini yenileyen kapitalist sistem hala dünyada kıt kaynakların dağılımı konusunda alternatif teorilere göre daha çok kabul görüyor, en azından şimdilik. ‘Görünmez el’, üstelik ekonomi haricinde, sosyal hayatın diğer sahalarında da kendini gösteriyor.

Ekonomistler her sosyal hadisenin mutlaka bir ekonomik boyutu olduğuna inanırlar. Misal, iktisat tarihçileri savaşları bile ekonomik krizlerle izah etmeye çalışırlar. Haksızda sayılmazlar aslında...

İnsanların (ülkelerin) sınırsız ihtiyaçlarına karşılık dünyanın mevcut kıt kaynakları hep bir çıkar çatışması ve bu çatışma sonucunda ortaya çıkan uluslar arası ihtilaflarla neticelenir. Hem tarihteki savaşlar hem de yaşadığımız dönemin Afganistan ve Irak savaşlarını bu mantıkla izah etmek yanlış olmayacaktır.

Ama çok önemli bir farkla... Tarihteki savaşlara toprak ihtilafları, kaynak paylaşım ihtilafları veya dini saikler sebep olurken, modern çağ savaşlarında, savaşı başlatan unsurlar görünürde ülke çatışmaları olsada, görünmeyen sebepler arasında çok uluslu şirketlerin mücadelelerini ve müdahalelerini göz ardı etmemek gerekir. İşte uluslararası politikada ki görünmez el, çok uluslu şirketler olgusudur.

Örneğin Afganistan ve Irak yeniden yapılanma programlarının galibi olan KBR şirketi... Örneğin, Irak pastasının kremasını kapan, Bechtel, Washington Group, Halliburton, Parson vb...

Amerikan kamuoyu, Irak savaşının başlangıcından bu yana, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Halliburton’ın organik ilişkisini, Bechtel ile olan dirsek temaslarını konuşuyor. Hatta komplo teorisyenleri, Irak işgalinin arkasında sadece petrolü ve petrolün ABD için önemini değil aynı zamanda dev şirketlerin Irak’ın işgali için ABD yönetimi üzerinde kurduğu baskıyı konuşuyorlar.

Irak’ın işgali öncesinde, 2003 yılında, Irak ile Rusya’nın Irak petrolleri ile ilgili yaptığı anlaşmanın savaşı hızlandırdığı ve ABD’nin, bölgeyi ve bölgenin petrol kaynaklarını Rusya’ya kaptırmamak için (kimyasal silahlar, kitle imha silahları, uluslararası terörizme destek vb) muhtelif senaryoları, Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu ve Birleşmiş Milletlerin de yardımıyla uygulamaya koyup işgali başlattığı bugün artık daha iyi anlaşılmaktadır. İşgalde Fransa’nın ve Almanya'nın devre dışı bırakılması da Irak’taki rant kavgasının bir sonucu olmuştur.

Eğer CSIS, Rand Coproration, East-West Institutions gibi Amerikan think tanklerine inanırsak, Afganistan ve Irak işgallerinin asıl gayesi ‘homeland security- ABD vatanının korunmasıdır'. Bu kurumların propagandavari çalışmalarına göre, ABD ordusu şu anda adı geçen ülkelerde, uluslararası terörizmle savaşmaktadır ve bu savaşın esas amacıda ABD’yi terörist saldırılardan korumaktır. Bu savaşlardan sadece ABD değil, tüm dünyanın terörist karşıtı ‘demokratik’ ülkeleri kazançlı çıkacaktır.

Fakat görünürdeki bu misyonun arkasına baktığımızda karşımıza farklı bir tablo çıkmaktadır. Konuyu daha iyi anlamak ve çok uluslu şirket ve savaş ilişkisini daha iyi kavramak için bazı rakamlar vermek istiyorum. İşte ABD’nin önde gelen inşaat firmalarının Irak yeniden yapılandırma programlarından aldıkları paylarla ilgili bazı kısa notlar:

Irak Yeniden Yapılanma Programı; enerji, petrol, su temini, altyapı, kamu binaları inşaatı ve çevre projeleri kapsamında değişik paketler altında ihale edilmiştir.

Programla ilgili olarak Birleşmiş Milletler, savaş sonrası yaptığı ilk değerlendirmede Irak’ın yeniden yapılanması için 82 Milyar USD’lik bir fon ihtiyacı öngörüsünde bulunmuştur. Yine savaş sonrası Madrid’de toplanan Irak Donörler Toplantısından 38 Milyar USD’lik bir fon oluşturulması kararı çıkmıştır. Bu rakamın ilk 3 etabına ait ihaleler yapılmış olup, tüm inşaat işleri ABD’li firmalara verilmiştir. Bugüne kadar Bechtel’in aldığı işler toplamı 14.3 Milyar USD’ ye, Halliburton’ın (KBR) aldığı ihale tutarı 9.2 Milyar USD’ ye ve Parson’ın aldığı işler ise 5.4 Milyar USD’ ye ulaşmıştır.

Irak’ta diğer ülke firmalarının ‘ana müteahhit’ olarak iş almalarına imkanı yoktur. Ya ABD firmalarına taşeronluk yapacaklar veya ABD firmalarının yapmaktan vazgeçip mahalli idarelere (Irak Hükümetine ve belediyelere) bıraktıkları işler için yarışacaklardır. Türk firmalarının Irak’ta yaptıkları işlerde bu kapsamdadır.

Savaş kararını veren idarenin kilit taşlarından birisinin (yandaşlarının), milyarlarca doların döndüğü bir programdan böylesi büyük pay alması sizce manidar değil midir?

Petrol şirketlerine gelirsek, örneğin şu an Irak ile ilgili adı en çok anılan Texaco – Chevron Inc.’ı ele alalım. Merkezi Texas olan şirketin en büyük ofislerinden birisi Washington’dadır. Şirket, daha çok emekli generaller ve eski parlamenterlerden oluşan bir danışmanlar ordusu ile ABD’nin başkentinde lobicilik yaparak Kerkük ve Basra petrolleri için bastırmaktadır.

Aynı durum diğer dev şirketler içinde geçerlidir. Bu lobicilik faaliyetleri, ABD’nin uluslararası politikada ki karar verme mekanizmasında önemli rol oynamaktadır. (Lobicilik demişken bir tecrübemi aktarayım. 2000 yılların başında, Orta Doğu-Türkiye sorumlusu olarak çalıştığım ABD’nin en büyük enerji şirketlerinden CMS Enterprises’ın Washington’daki ofisinin başında eski CIA başkanlarından birisi çalışıyordu. Enerji ile CIA’nın ne ilgisi var demeyin, bir nevi ‘kapalı kapılar ardında Washington’ durumu söz konusu idi).

Dikkat edilirse, burada sadece petrol ve inşaat şirketlerinin savaştan temin ettikleri fayda göz önüne alınmış, savaşın ciddi kar ve büyüme getirdiği silah şirketlerinden bahsedilmemiştir. Bu üçüncü grup savaş lobicilerini de dikkate alırsak, çok uluslu şirketlerin ABD karar verme mekanizmasındaki tesirleri daha iyi anlaşılacaktır.

Dev şirketlerin savaş lobiciliği iki koldan yürümektedir. Bir yanda bu şirketler kendi lobi faaliyetleri ile savaş taraftarlığı yaparken, diğer yandan ABD siyasi karar verme mekanizması üzerinde çok önemli role sahip olan ve ABD dış ilişkiler politikasının oluşumuna katkı yapan etkin think tankleri parasal yönden desteklemekte, tabiri caizse bu kurumların çalışmaları üzerinden dolaylı lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmektedirler.

Geçen yüzyılda ki savaşlar içinde bir savaş-şirket ilişkisi kurulabilir. Fakat Afganistan ve Irak savaşlarının eski savaşlardan farkı, sebep-sonuç ilişkisinde yatmaktadır. Eski dönem savaşlarının başlamasında ve karar verme mekanizmalarında o zamanın büyük şirketleri etkin rol oynamamışlar, I. ve II. Dünya Savaşları, şartları gereği konvansiyonel oldukları için, savaş süresince ve sonrasında büyük demir-çelik firmalarının doğmasına sebep olmuşlardı. Yani savaş lobiciliği yapan şirketlerden ziyade, savaş ekonomisinden faydalanan şirketler söz konusu olmuştu.

Bugün; büyüyen, etkinlikleri sınırları aşan şirketler, ülkelerin ve uluslar arası kurumların politikalarını belirleme gücüne sahiptirler. Küreselleşmenin ilk adımlarını atan çok uluslu şirketler, bu kaçınılmaz süreci tetiklemekle kalmamışlar aynı zamanda şekillendirmişlerdir de.

Hemen her platformda iktidar mücadelesini yürüten bu şirketlerin uluslararası arenada temsilciliğini merkezi Paris’te bulunan ‘International Chamber of Commerce (ICC)’ yapmaktadır.

Aslında tamamen bir lobicilik faaliyeti için kurulan bu kurumun asli görevi, üye ülkelerin ve uluslararası kurumların/oluşumların (Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası, NAFTA, ASEAN, AB vb) gümrüklerden teşviklere tüm yasa ve düzenlemelerini çok uluslu şirketler lehine değiştirmek, bu şirketler için ‘uygun’ yatırım ve ticaret iklimleri yaratmaktır.

Bu ‘vahşi’ kapitalist uygulamaların sonucunda oluşan fiili tablo ‘protestocular haklıymış’ isimli yazımda yer almaktadır (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=38456). Maalesef, yeni dünya düzeninde fakirler kaybederken zenginler kazanıyor. Fakir ülkelerden zenginlere, küreselleşme ile birlikte önemli bir gelir transferi yaşanıyor.

Çok uluslu şirketlerin görünmez elleri de ‘perde arkasından’ veya alenen bu transferlerde önemli bir rol oynuyor.

Dünyada gelirin yeniden dağılımı ve adaletsizlik, kah serbest ticaretin zengin ülkeler lehine gelişen ticaret hadleri ile gerçekleşiyor kah Irak örneğinde olduğu gibi ‘zalimane’ yöntemlerle oluşturuluyor.

Böylece kapitalizm, belki tarihinde hiç olmadığı kadar vahşileşiyor ve muhtemeldir ki 18. yy İngiltere’sini yaşayan sosyologların buluşu olan ‘vahşi kapitalizm’ terimi, hiç olmadığı kadar ismiyle müsemma oluyor.

18. yy’da kapitalizmin vahşeti, emek piyasası şartlarının zorluğundan ve emekçilerin güçsüzlüğünden, madenlerde çocuk işçi çalıştırılmasından, iş gücünün örgütlenme ve pazarlık hakkının olmamasından, sermayenin üretim fonksiyonundaki tek belirleyici olmasından kaynaklanıyordu.

Bu yüzyıldaki vahşet ise, gelişen sosyal devlet olgusuna ve emek piyasası aktörlerinin artan nispi gücüne rağmen, savaşın ve savaşın arkasındaki çok uluslu güçlerin (teoride ki mükemmel tabiri kullanırsak) ‘animal spirit – hayvansal dürtülerinden’ kaynaklanıyor.

Bu tablo ortada iken Irak savaşına ‘şirket savaşları’ demek yanlış mı olur?

09 Mayıs 2007

Prescott Bush'tan Torununa

ABD’de, ‘global’ terörle ilişkisi ispatlanmasa bile, pek çok şahsa ait menkul ve gayri menkul mal varlığı dondurulmuş durumda. Örnek olarak Usama Bin Ladin ile iş yaptığı öne sürülen yüzlerce şahıs ve şirketin finansal varlıklarına Başkan Bush’un imzaladığı ‘Güvenlik Talimatnamesi’ uyarınca el konuldu.

Amaç, global terör ağının mali temellerini ve kaynaklarını kurutmak. Bu talimatı imzalarken Bush, ‘eğer teröristlerle iş yaparsanız, terörizmi desteklerseniz, ABD ile iş yapamazsınız’ demişti.

Bush’un ve ailesinin geçmişini ve ticari bağlantılarını bilmeyenler bu sözleri yadırgamadılar. Zaten ‘korku kültürü’ ile hareket eden ABD kamuoyu da geçmişe dönüp, Başkan Bush’un bu ‘azılı’ teröristin kardeşi ile yaptığı ticari işbirliğinden bahsetmedi, konuyu açmadı bile.

Başkan Bush’un ABD’nin hedefindeki adam ilan ettiği Ladin ve ailesi aslında Bush ailesine çok yabancı değil. Her şeyden önce Ladin’in küçük kardeşi Başkanın Texas’taki petrol şirketlerinden birisinin hissedarı. Haliyle Bush ne bu ilişkiden bahsetti bugüne kadar ne de Ladinle ilişkisi ispatlanmış bazı Suudilerle geçmişte yaptığı işlerden bahsetti.

Aslında ‘düşmanla’ işbirliği Bush ailesi için çok yeni bir olgu değil. Bush ailesinin büyük mal varlığının önemli bir bölümü Adolf Hitler’in ‘3. Reich’ idaresine sağladıkları hammadde ve kredilerden geliyor.

George W. Bush’un büyükbabası, Prescott Bush, II.Dünya savaşı sırasında o dönemki ABD yönetimi tarafından Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanmış, hakkında tahkikatlar açılmış ve tüm mal varlığı dondurulmuştu. O dönem Bush ailesi aleyhinde uygulanan kanun, ‘The Trading with the Enemy Act – Düşmanla ticaret yapmayı engelleyen kanundu’.

20 Ekim 1942’de ABD hükümeti Bush ailesine ait olan New York- Union Banking Corporation’ın, Nazilerle işbirliği yaptığına, çeşitli Nazi faaliyetlerini finanse ettiğine karar vermişti. Bu bankanın ortakları Büyükbaba Bush, Bush’un iki yönetici ile üç Nazi görevlisiydi.

28 Ekim 1942 tarihinde ise, ABD hükümeti bu kez Bush-Harriman Bank’ın sahip olduğu The Holland-American Trading Corporation ile Steamless Steel Equipment Corporation’ı, Nazilerle işbirlikleri kanıtlandığı için kapattı ve tüm mal varlıklarına el koydu.

8 Kasım 1942 ise bir başka Bush şirketinin, Silesian-American Steel Corporation’ın kapatıldığı tarihti.

Yani, Bin Ladin ailesi ile işbirliği yapmak Bush ailesinin ne ilk ne de tek sabıkasıdır. Bugün Afganistan’da, Irak’ta savaşan/ölen askerlerin ve ailelerinin bu kirli işbirliğinden haberleri hala yoktur.

1988’de Teksas’ta bir uçak kazasında ölen Şeyh Salim Bin Ladin, Usame’nin ağabeyidir. Salim, ABD’de kuruluşu Bush tarafından gerçekleştirilen Arbusto Energy şirketinin en büyük hissedarıydı.

Bush ve Ladin ilişkisi sadece geçmişte kalmış bir işbirliğinden oluşmamaktadır.

Bugünde Bush ailesinin hissedar olduğu Houston Main Bank’ın hissedarları arasında Suudi Mahfuz ailesi, Ladin ailesi ve Bush ailesinin tüm karanlık işlerinde ‘yeddi emin’ rolü üstlenen James Bath vardır.

Main Bank hissedarlarından olan Mahfuz ailesi 11 Eylül sonrasında Ladin ailesinin bankadaki hisselerini devralmış, fakat Bush-Mahfuz-Ladin ortaklığı bir müddet daha Houston Gulf Airport şirketinde devam etmiştir.

2006 yılında Mahfuz, Ladin ve bazı Suudilere ait mal varlıkları dondurulmuş, fakat bu iş adamlarının Bush ailesi ile ilişkileri tam anlamıyla gün yüzüne çıkmamıştır.

İşte Amerikalı marjinal bazı aydınların Bush ailesinin mal varlığının dondurulmasını talep etmelerinin arkasında yatan sebep budur.

08 Mayıs 2007

Seçim, Comte-Durkheim seçimi

Sosyoloji ne der?

Toplumsal dualite (http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=thenewport&CId=45803) bir gerçek. Herkes iki ayrı Türkiye’den bahsediyor. Peki, ne yapacağız, toplumun fay hattını nasıl tamir edeceğiz?

Konu, sosyolojinin sahasına giriyor. O zaman bu disiplinden yardım almaya çalışalım.

Kuşkusuz bugün dünyada ki sosyologları kabaca ikiye ayırmaya kalksak bir bölümünün Marx’a (klasik, neo-klasik, revizyoncu vb her türlü akımına) inandığını, bir kısmının da Weber’e inandığını görürüz. Toplumsal analizler temelde bu iki akımın etkisinde kalırlar.

Marx iyimserdir. Her sorunun çözümü devrimde yatar. Devrim bir çeşit sihirli değnektir. Marx’ta vaatler vardır, mutluluk reçetesi vardır. Arayan cenneti bile bulabilir O’nun analizlerinde ve önermelerinde.

Üstelik okunması zor olsa bile anlaşılması kolaydır Marx’ın tuhaf bir şekilde. İsteyen istediği reçeteyi bulur Marx’ta. Bir çeşit (her ne kadar da kendisi dinin afyon gibi insanları uyuttuğunu, uyuşturduğunu söylese de) bir çeşit dindir O’nun öğretileri. İnanacak ve uygulayacaksınız, sonuçta cennete gitmeniz garantidir.

Weber, daha soğuktur. Okunması da anlaşılması da zordur. Çetrefilli analizlerinin çıkarımları tamam her şeyi çözdüm dediğiniz anda sizi alır yeniden başa döndürür. Birde, Weber’in mutluluk reçeteleri de yoktur. Umut yoktur Weber’de, dolayısı ile devrim de yoktur.

Marx mı haklı Weber mi?

Marx ve Weber iki zıt kutuptur, sosyal değişmeye ve toplumsal kırılmalara farklı gözle bakarlar.

Marx insanlığın geleceğine parlak bir şema çizerek bakar. Her toplumsal sorun, aslında çözümün bir parçasıdır. Dedik ya, O, kendi fikrini benimseyenler için bir cennet vaat eder.

Weber, aksine, kuru üslubu ile çok uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra anlayabildiğimiz hipotezleri ile ümitsizlik ve çözümsüzlük verir. Her şeyi olduğu gibi bırakmak gerekir Weber’e göre.

Kendi ifadesi ile ‘bayrak kaldırıp sokağa fırlamakla bugünden yarına değiştirebileceğimiz bir şey yoktur’. Toplumlar devrimlerle değişmez. Zorlama ancak geçici değişiklikler getirir. Mesela, devrim, mülkiyeti alıp bir sınıftan diğerine verir ama üretim biçimi değişmemiştir, her şey eski tas eski hamamdır.

Weber, acımasızdır. Toplumsal değişme şekilde değil, zihniyette olmalıdır. Zihinler değişmeden, sokaktaki devrim başarısız olacaktır. Her zorlama daha çok kırılmayı, daha çok ayrışmayı getirecektir. İlave olarak, ‘bir gece içinde insanların kafalarının silahla değişmeyeceğini’ anlatır. Jakobenliği kökten reddeder. İnsan değişmeyeceğine göre, değişmesi zor ve zaman alıcı olduğuna göre, insanların oluşturduğu toplumda kolay kolay değişmez. Değişim çok zordur.

Bu iki önemli filozofun çatışmasında, Marx slogan ve manifesto seviyesinde meşhur olmadı sadece. Umut veren, mutluluk vadeden söylemleri Weber’e göre daha çok taraftar buldu. Birisi unutuldu neredeyse, diğeri 20. yy’da ilah sıfatına layık görüldü.

Geçen yüzyılın penceresinden bakınca Marx haklıydı diyebiliriz. Özgürlüklerini kazanan milletler O’nun devrim kelimesinin tılsımı ile hareket ettiler. Bu yüzyılın başına geldiğimizde ise Weber sanki daha haklı gibi geliyor.

Değişimin zorluğunu (farklı olduğumuzu) kabul edelim

Önce Rusya’dan bir örmekle gidelim (örneği aklımıza Yeltsin’in cenaze merasimi getirmişti). Stalin döneminde, Kızıl Meydan’daki Merkez Kilise yıkılır yerine spor salonu yapılır. Gorbaçov döneminde spor salonu yıkılarak, anılan kilisenin yeniden inşası başlar. Yeltsin inşaatı tamamlar ve geçmiş rejimden ders almak istercesine şaşalı bir törenle açılır kilise. İşte Yeltsin’in cenaze töreninin yapıldığı kilise o kilisedir, Ortodoks Rusların, Marksizm’den intikam alma gözüyle baktığı ve inşaatı iki kez sabotajla engellenmeye çalışılan kilise.

Bir sembol bu olay. Fakat Marx’ın tüm öngörülerine muhalif olarak kaybolmayan, yok olmayan dinin, değişmeyen (zorla değişmeyen) toplumun göstergesi.

Bizim yaşadıklarımızda çok farklı değil. Toplumun kırılımı bu noktada duruyor aslında.

Jakobenizm hiçbir yerde başarıya ulaşamamış. İyi niyetli de olsa…

Bizde anlamalıyız artık, toplumlar değişimi hazmetmeden kabullenemiyorlar.

Bizde kutuplaşmanın tarihi neredeyse iki yüzyıl öncesine dayanır. Modern ve yeni Osmanlı peşindeki aydınlar Auguste Comte’u örnek alırlar. Comte’un aydınlanma felsefesi ithal edilir ülkeye. Jön Türkler bu sebeple ‘pozitivisttirler’. Bunların karşısında gelenekçi kesim, Durkheim’den etkilenir. Özellikle Durkheim’in ‘din hayatının ilkel şekilleri’ isimli kitabı İslamcı aydınları, ‘Sosyal İş Bölümü’ ise milliyetçi-Türkçüleri (Ziya Gökalp gibi) tesiri altında bırakır.

Yaklaşık iki yüzyıldır bizi etkileyen, derinden sarsan toplumsal ikiliğin temelinde bu iki akım vardır. Hala da öyle değil mi? Comte’cular Ankara’da, Çağlayan’da meydandadırlar. Durkheim’ciler daha pragmatiktirler ve Cumhurbaşkanı seçimine kilitlenmişlerdir.

Önümüzdeki seçimde (bölük parça unsurlar bir kenara bırakılırsa) yine Comte ile Durkheim’in seçimi olacaktır.

Bunu bilelim, değişimin zor olduğunu kabul edelim, jakobenliğin çalışmadığını anlayalım… Çok şey kazanırız inanın… En azından karşımızdakilerin düşman olmadığını anlarız, yetmez mi?

TERÖR VE KORKU KÜLTÜRÜ

Korku Kültürü

Terörle savaşın Amerika’da bir korku kültürü yarattığı kesin. Bunu en son kampus baskını sonrası yaşanan güvenlik kâbusu yeniden gösterdi.

Sebep malum, 11 Eylül ile zirve yapan terör paniği, ABD demokrasisini, psikolojisini ve bu ülkenin dünyaya bakışını yeniden şekillendirdi.

Amerikan medyası ve kamuoyu oluşturan kesimler, ABD’nin terörle mücadele yeteneğini çok alt seviyelerde gösterirken, Amerikan düşmanı olarak lanse edilen örgütlerin/ülkelerin güçlerini abartmaktadırlar. Terörizm büyük bir kâbus olarak Amerikan kamuoyuna yansıtılmakta, muhtemelen haritada Afganistan veya İran’ın yerini gösteremeyecek bilgi seviyesine sahip ortalama Amerikalılar üzerinde yaratılan bu baskı, hem ABD uluslar arası politikalarının desteklenmesini sağlamakta hem de yerel politika değişikliklerini kolaylaştırmaktadır.

ABD’de gelişen korku kültürü; demagojik politikacıların, kendi (ve parti) çıkarları için kamuoyunu yönlendirmesini kolaylaştırmaktadır. Örneğin Irak savaşı, 11 Eylül gerçekleşmemiş olsa veya kitle imha silahları ile ilgili yanlış ve yanlı istihbarat raporları hazırlanmamış olsa hiçbir zaman Kongre’den olur alamayabilirdi. Yine aynı şekilde George W. Bush’un 2004’te ikinci bir dönem için Başkan seçilmesi, büyük oranda ‘dere geçilirken at değiştirilmez’ (ABD’deki deyimi kullanırsak ‘savaşan bir millet komutanını değiştirmez’) psikolojisi ile başarıldı.

Yaratılan savaş ve korku kültürü kamuoyunun kolaylıkla yönlendirilmesini, kandırılmasını sağlamakta। Psikolojik savaş yürüten ABD’li yeni muhafazakârlar, belki Irak savaşını kaybettiler fakat dehşet filmlerini aratmayan senaryoları ile koskoca bir toplumu terörize etmeyi başardılar.

Terörle savaş kültürü için ABD yönetiminin kullandığı en önemli argümanlardan birisi, ABD’nin 20. yüzyılda benzeri savaşları kendi bekası ve demokrasi için yaptığıdır. Yönetim (Nazi Almanya’sı ile Stalin’in SSCB’sinin Al Kaide ile hiçbir benzerliğinin olmadığını bile bile), Naziler ve Stalin’e karşı yürütülen savaşın bir benzeri için halk desteği istemektedirler.

Yeni Senaryolar

Şu anda, ABD yönetiminin mutfağında, İran için hazırlanan menüde de bu tür politika hikayelerinin ve korku senaryolarının bulunduğunu iyi bilelim (Yönetime yakınlığı ile bilinen Orta Doğu uzmanı Michael Rubin, önümüzdeki seçimleri kazanmaları durumunda Cumhuriyetçi muhafazakârların bu senaryo geliştirme çabalarını Irak ve Afganistan’dan sonra İran ve hatta Pakistan için geliştireceklerinden emin olduğunu belirtiyor).

Son kampus baskını sonrası yaşananlar ise stratejik politikaların negatif yan etkilerinin mutlaka olduğunu gösteriyor. Oynanan oyun ve yaratılan korku kültürü, alkolün şişede durmaması gibi, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi ABD kamuoyunda hiç beklenmeyen gelişmelere yol açmış bulunuyor. Her şeyden önce, muhafazakarların korku kültürü, kendi yaşam tarzını oluşturmaya başlıyor, ABD halkında inanılmaz bir güven kaybına yol açarken, kamuoyu demoralize oluyor.

ABD, tarihinde hiç olmadığı kadar güvensizlik hissini taşırken, açıkçası, Pearl Harbor baskınına misillemede bulunan ülkenin psikolojisinden, soğuk savaşı yürütürken uyguladığı sakin ve kararlı havadan uzak durumda. Soğuk savaş döneminde, patlayabilecek bir nükleer savaşın 100 milyon Amerikalıyı öldürme ihtimalini bilen kamuoyunun duyduğu kendine güven, sakinlik ve kararlılığın yerini bölünmüş, gelecekten güvensiz, kendini emniyette hissetmeyen bir toplum almış durumda. Kampus katliamının arkasında İslami Terör veya Uluslar arası bağlantı arayan zihniyet işte budur. Aynı şekilde saldırının akabinde onlarca üniversitede yaşanan panik bu güvensizliğin belirtisidir. Kamuoyu, 11 Eylül benzeri, belki daha büyük bir terör saldırısının her an ABD’yi vurabileceği endişesi taşımaktadır (bu korku kültürü ‘1984’ün kahramanlarının yaşadığı atmosferi’ ne çok benziyor değil mi?).


Amerika Bu Noktaya Nasıl Geldi?

ABD bu noktaya uluslararası terör konusunda 6 yıllık yoğun bir beyin yıkama operasyonu sonucu gelmiştir. Terörden etkilenen (Türkiye, İngiltere, ispanya, Almanya, Japonya, Mısır vb) ülkelerin gösterdiği sakinlik ve kararlı hareket tarzı ABD yönetiminde ve kamuoyunda gelişmemiştir. Başkan Bush, Kongrede yaptığı en son konuşmasında yine Al Kaide’nin ABD’ye karşı gerçekleştirebileceği okyanus ötesi saldırılara karşı uyanık olunmasını istemiş, terörle mücadelenin devam etmesi gerektiğini anlatmıştır.

ABD’yi bilenler için, bu (korku ve panik yaratma) oyunun yönetimle sınırlı olmadığı aşikârdır. Savaşın şirketleri (http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=thenewport&CId=42949), silah şirketleri, güvenlik şirketleri, medya, Hollywood ve eğlence sektörü bu momentumun yaratılmasında katkıda bulunmaktadırlar.

Terör girişimcileri olarak adlandırdığım bu kesimin uzmanlarının varlığı ancak bu savaşa bağlı olduğu için, bu kesimlerin tüm aktiviteleri terör korkusunu canlı tutmak üzerinedir. Bu kesimin asli görevi, kamuoyunun yeni terör saldırıları geleceği konusunda inandırılmasıdır. Terör korkusu primlerini artıracak, varlıkları perçinlenecektir.


Paranoyanın Derecesi

Paranoyanın derecesini göstermek için, ABD Savunma Bakanlığı ve Kongrenin, ABD’de terör saldırılarında potansiyel hedef olduğunu iddia ettikleri sahaların yıllar içerisindeki gelişimini vermek istiyorum. 2003 yılında Kongre 160 bölgeyi teröristlerin hedefi olarak belirlemiştir. Savaş lobicilerinin artan etkisi ile 2004 yılında bu sayı 1900’e, takip eden yıl 24.000’e ve 2005 yılında 78.000’e çıkmıştır. Uluslararası terörün potansiyel hedefi olarak tespit edilen sahalara ait ABD Milli Veritabanında 2006 yılı sonunda 300.000 yerleşim bölgesi/bina yer almaktadır.

Bu dramatik artış kamuoyunun paranoid davranışlarının kâfi açıklaması olmaktadır. Son 6 yıl içerisinde ABD’ye seyahat etmişseniz, havaalanlarındaki kontrol saçmalıklarını, güvenlik komedilerine mutlaka şahit olmuşsunuzdur. Vize temini sürecinde başlayan bu absürtlükler kaldığınız otele değin size eşlik etmektedir.

ABD içerisinde eğer havayolu harici seyahat etmişseniz (misal otobanları kullanmış iseniz) büyük elektronik bilbordlarda ‘güvenlik endişesine karşı dayanışma’, ‘şüpheliyi ihbar et’ benzeri ilanlar gözünüze çarpacaktır.

Hele birde kablo TV'leri ve mahalli kanalları seyrederseniz, terör uzmanlarının, güvenlik uzmanlarının, savaş kışkırtıcılarının komik senaryoları ile karşılaşırsınız, yine bir an kendinizi ‘1984’ ortamında hissedersiniz. Konuşan sanki bir TV kanalı değil de telescreen’dir.

İnanması zor fakat bu danışman, uzman, güvenlikçi ordusu; tüm ABD halkının canına kastetmiş, cani ve vahşi Orta Doğuluların dehşetengiz teknik ve silahlarla her an ülkeye saldırabileceklerini anlatmaktadırlar. Belki Pakistan’ın yerini haritada gösteremeyecek sözde uzman savaş tacirleri bilinmeyen ama çok güçlü düşman profilleri ile korku kültürünü körüklemektedirler.

Zaten eğlence sektörünün korku sektörüne katkısını anlamak için ABD’ye gitmeye de gerek yoktur. Türkiye’deki televizyonlara ve sinemalara yansıyan dizi ve filmler, özellikle şeytani karakterlerle temsil edilen Araplar ve çoğunlukla dini ırkçılık özelikleri taşıyan senaryoları ile korku kültürünü en ücra yerlere kadar taşımaktadırlar. ABD’’de yaşanan paranoyanın tezahürü de işte İslam fobisidir.

Bu koşullarda ABD kamuoyunun bu yaklaşımını Nazilerin anti-semitizm politikalarına benzetebiliriz. Bu benzetme özellikle ABD üniversitelerinde okuyan Orta Doğulu öğrenciler için geçerlidir. Üniversitelerin ‘beyaz-Amerikan-Hıristiyan’ kulüpleri, Orta Doğulu öğrencilere karşı örgütlenmekte, tacizlerde bulunmaktadır.

Sosyal ayrımcılık had safhadadır. Özellikle medeni hukuk kapsamında değerlendirilebilecek pek çok sahada, Arap Amerikanlara ve Orta Doğu kökenlilere karşı yapılan haksızlık, ABD’yi uluslararası sahada hemen hemen en ırkçı ülke konumuna sokmaktadır. Namuslu bazı Amerikan aydınları gelinen durumda terör ve korku kültürünün İslam’a karşı faşizm diye nitelendirtebilecek bir seviyeye geldiğine işaret etmektedirler.

ABD’nin sessiz ama makul aydınları, terör savaşları ve Arap Amerikanlara karşı yürütülen ırkçı uygulamalardan, toplumun paranoyak davranış özellikleri sergilemesinden son derece rahatsızlık duymaktadırlar.

Korku kültürünün bu denli kök saldığı bir toplumda, önümüzdeki başkanlık seçiminde, Amerikalılara öz güven aşılayacak, ‘bu paranoyaya , bu histeriye dur’ diyecek olan adayın çok şanslı olacağını söylemek yanlış olmaz sanırım

KERKÜK'TE OLDUBİTTİYE DOĞRU

Kerkük’te Son Durum

Kerkük’te sona doğru yaklaşılıyor, bir oldubittiye doğru hızla gidiliyor… En son ABD Dış İşleri Bakanlığı görevlisi Barbara Stevenson, Kerkük’ün statüsünün mutlaka Irak Anayasası çerçevesinde (Anayasanın 140. maddesinin düzenlediği kapsamda) belirleneceğini söylemişti. Stevenson, bu sözlerine ilave olarak ABD’nin referandumun 2007 yılında yapılmasına istekli olduğunu da belirtmişti.

140. Madde, Kerkük normalleştikten sonra yapılacak bir referandumu işaret ediyor. Oysa mevcut durumda Kerkük’e yerleştirilen 650 bin Kürt ve şehirden uzaklaştırılan 100 bin dolayında ki Arap ve Türkmen söz konusudur.

Bu durumda referandumdan önce sağlanacak normalleşme, öncelikle bu demografik faşizmi durdurmalı, daha sonra Kerkük’te eskiye dönüşü sağlanmalıdır. Referandum ancak bu şekilde sağlıklı ve adil olabilir. Bu şartlar altında da 2007 yılında referandumun yapılması hemen hemen imkânsız gözükmektedir. Fakat ABD’nin Orta Doğu oyununu iyi takip edenler için her an bir oldubitti kararın çıkabileceğini kestirmekte güç değildir.

Musul Nasıl kaybedildi?

Kerkük’ün başına ne geleceğini anlayabilmek için birde Musul örneğine bakmak gerekir. Umarım Musul vakası (henüz Stevenson’un sözlerine cevap bile vermeyen) Türk Dış İşlerine örnek olur.

I. Dünya savaşı sırasında Musul, Skyes-Picot anlaşması ile Fransa’ya bırakılır. 25 Nisan 1920 San Remo Konferansı ile de İngiliz nüfuz bölgesine girer. Sevres Anlaşması sonrası malum gelişmeler 28 Ocak 1920 tarihli Misak-ı Milli sınırlarının tespiti ile neticelenir. 23 Nisan 1920 tarihinde Misak-ı Milli sınırlarının içerisine Musul’da dâhil edilir. Millet Meclisi, ‘Mondros mütarekesinden önce’ işgal edilmemiş olan Musul’u, Türk sınırları içerisinde kabul eder. Bu durum Ankara Hükümeti tarafından Lozan’da da uluslar arası sahada belgelenir.

Lozan öncesinde, Türk ve İngiliz heyetleri Musul’u görüşürler fakat bir neticeye varılamaz. Lord Curzon başkanlığındaki İngiliz heyeti, Lozan’da ısrarla Musul’un yeni Irak devleti sınırları içerisinde kalmasını ister. Curzon, Lozan kapsamında anlaşmaya varılamaz ise konunun Milletler Cemiyeti’ne götürüleceğini deklare eder.

Türk heyeti başkanı İsmet İnönü, Lord Curzon’un, Musul’un Arap olduğuna dair öne sürdüğü tüm iddiaları çürütür. Türkiye’nin en önemli tezi, Musul’da var olan Türkmen nüfusun (İngilizler tarafından) iddia edildiği gibi 66.000 değil, 146,960 olduğu, Arapların ise Musul nüfusunun %30’unu teşkil ettiğidir. İlave olarak iktisadi açıdan Musul, Güney Doğu Anadolu’ya bağımlıdır ve şehirde yaşayan Kürtler kendilerini Türklere daha yakın hissetmektedirler.

Lozan’da bir anlaşmaya varılamaz, Türk ve İngiliz heyetlerinin konferanstan sonraki bir yıl içerisinde müzakerelerle konuyu çözmeleri hususunda anlaşılır. Lozan anlaşmasının 3. maddesinin 2. fıkrasına şu ifade konulur:

‘Türkiye ile Irak hududu; Türkiye ile Büyük Britanya’nın tayin edecekleri heyetler arasında dokuz aylık bir süreçte müzakere edilecektir. Eğer tayin edilen sürede bir ihtilaf olursa, konu Milletler Cemiyetine havale edilecektir’.

Tüm bu gelişmeler, Lozan’da Musul’un kaybedilmediğini, aksine Türkiye’nin çok kuvvetli şekilde konferanstan ayrıldığını göstermektedir. Anlaşıldığı üzere iki tarafın heyetleri konuyu Haliç Konferansında ele alırlar. Haliç toplantıları 19 Mayıs 1924’te başlar. Türk heyetine Fethi Okyar başkanlık etmektedir. İngiliz heyetinin başkanı Percy Cox’tur.
Toplantılarda, Türkiye Lozan’daki iddialarında ısrar ederken, İngiltere konuyu sürüncemede bırakmak isteyen bir yol izler. Bu gelişme üzerine Türk heyeti Musul’da bir plebisit-referandum yapılmasını önerir.

Bu görüş (henüz Kerkük vakasında olduğu gibi alt yapı hazırlanıp, nüfus hareketleri planlanmadığından, Musul’un tapu kayıtları imha edilmediğinden) İngiltere tarafından şiddetle reddedilir. Ret edilme nedeni Musul ahalisinin cahil olması gibi sudan ve temelsiz iddialardır.

İngiltere bu esnada, klasik şark politikalarının araçlarını kullanmaya başlar. Önce kendi elini kuvvetlendirmek ve Musul konusunu sulandırmak için Hakkâri’nin Irak’a verilmesi gerektiğini öne sürer. Bölgede bazı karışıklıklar İngiltere tarafından planlanır. Bazı Arap ve Kürtlerin, Diyarbakır ve Mardin’e saldırıları desteklenir. Bu faaliyetler kapsamında, İngiliz destekli (Mardin’in dağlık bölgelerinde yaşayan) Marunîler ayaklanır, yine 4 Mayıs 1924 tarihinde Kerkük’te (İngiltere tarafından silahlandırılan) Ermeniler, Türkmenlere karşı saldırıya geçerler.

Bu esnada, Haliç konferansındaki anlaşmazlık üzerine, Milletler Cemiyeti, Musul konusunda karar vermek üzere tarafsız devletlerin oluşturacağı bir komisyonun kurulup çalışmasını kararlaştırır. Komisyon, Kont Teleki (Macar), A. Pouis (Belçikalı) ve A. Wirsen (İsveçli) delegelerden oluşturulmuştur. Türkiye bu komisyonun tarafsız olmadığını belirterek alacağı tüm kararları ret edeceğini bildirir. Bu kararın akabinde, Türk Birlikleri Diyarbakır ve Mardin yörelerinde İngiliz desteği ile mevziler kazanan Arap-Kürt birliklerine saldırıp, Musul hariç Misak-ı Milli sınırlarını yeniden tesis ederler.

Komisyon, 16 Temmuz 1925 tarihinde raporunu Milletler Cemiyetine teslim eder. Cemiyet, rapora binaen, Musul’un Irak sınırları içerisinde kalacağını (Brüksel Hattı diye adlandırılır) ilan ederek, son kararı vermek üzere Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’nı görevlendirir. Türkiye bu kurulun çalışmalarını boykot ederek, İngiltere’ye Musul için hiçbir oldubittiyi kabul etmeyeceğini bildirir.

Beklenen Son ve İngiliz Politikaları

Adalet divanı, Cenevre Komisyonu’nun kararını aynen kabul ederek, Musul’u Irak’a bıraktı, Irak’taki manda yönetiminin 25 yıllığına uzatılmasını kabul etti. Türkiye, karara sert tepki gösterirken, uluslar arası arenada yalnız kaldı. Mücadelesi sadece (İngiliz sömürgesi) Hindistan’dan destek gördü. Maalesef Türkiye’nin tepkisi iç ve dış bazı gelişmeler yüzünden etkisiz kaldı.

Özellikle, İngiltere ile savaş pozisyonunun alındığı 1925 Şubatında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin içine dönmesini, Musul’u unutmasa bile ihmal etmesine yol açtı. Şeyh Sait isyanı Türkiye’nin Musul tezlerine büyük bir darbe vururken, İngiltere’nin usta diplomasisinin bir kez daha Orta Doğu’da kazanmasına yol açmıştır.

Zamansız Cinayetler

Bu noktada Kerkük’e ve 2007 Türkiye’sine yeniden dönersek; Kerkük’ün Türkiye’nin ilk gündem maddesi olduğu günlerde yaşanan Hrant Dink cinayetini, K. Irak’a askeri operasyonun kaçınılmaz olduğu söylemleri arasında işlenen Malatya cinayetlerini yeniden yorumlamak gerekir diye düşünüyorum. Ne komplo teorileri kuralım, ne de katliamlara basit adli vaka muamelesi yapalım. Sadece görünürün arkasındakini görmeye çalışalım.

Bilelim ki, Kerkük için, Orta Doğu için, K. Irak için karşılıklı oynadığımız aktörler masum da değildir, aptal da…

07 Mayıs 2007

ABD'nin azalan etkinliği

Roma Çöküyor mu?

Başlık, Robert Fisk’in, Independent’te yayınlanan 7 Aralık 2006 tarihli makalesinin ismi.
Fisk makalesinde, ABD - Roma İmparatorluğu ve Bush - Mark Antony arasında paralellikler kuruyor.

Fisk, analizinde Arap dünyasının saflığını irdeleyip, ‘Araplar önce İsrail’e silah ve para temin eden tüm dünya liderlerini destekler daha sonrada yanıltıldıklarını anladıklarında, bu liderlerin imparatorluklarının çökmesi için dua ederler’ diyor. Örnek olarak, Britanya İmparatorluğu-Winston Churchill ve Amerika-Franklin Roosevelt-Truman-Eisenhower örneklerini veriyor.

Fisk’e göre Araplar şu anda Amerika’nın Irak’ta kaybetmesinden çok memnunlar ve ABD’nin etkinliğinin gerilemesi için dua etmektedirler.

Fisk makalesinde çok önemli bir olguya işaret ediyor. Beyaz Saray sakini için veya Washington’daki yönetim; Irak veya Afganistan haritada var olan bir noktadan ibaret ve bir NATO saldırısında çocuğunu kaybeden Afganlının, ABD saldırısında yakınını kaybeden Iraklının hislerini anlamaktan çok uzaktır. Bu sebeple ortalama bir ABD vatandaşının, Arapların kendilerine duydukları kini anlaması mümkün değildir.

Irak’taki büyük direnişin arkasında yatan sebeplerden birisi budur diyen Fisk yazısında, Irak başarısızlığının ABD’nin uluslararası arenada ki egemenliğine karşı vurulan en büyük darbe olup olmadığını irdeliyor.

Fisk, yazısını evet ABD’nin gücü azalıyor, evet ABD’nin egemenliğine tehdit var diye bitiriyor, Roma İmparatorluğuna benzettiği ABD için, ‘Roma Çöküyor’ yorumunda bulunuyor.

ABD’de pek çok kişinin algılamadığı bu tehdit aslında Washington’da bir süredir konuşuluyor.

CIA ve ABD Milli Güvenlik Konseyi ne düşünüyor?

Fred Kaplan, Slate’de 26 Haziran 2005 tarihli ‘önemli’ makalesinde ‘hangi cesur politikacı, ABD’nin dünya lideri olarak oynadığı rolün zayıfladığını kabul edecek’ diye sormuştu. Kaplan’ın bu sorusunu arkasında, CIA’in ve ABD Milli Güvenlik Konseyi’nin (CIA web sitesinde elektronik kopyası mevcut olan) ‘Mapping the Global Future: Report of the National Intelligence Council’s 2020 Project’ isimli raporu ve raporun ortaya çıkardığı çarpıcı sonuçlar yer almaktadır.

Raporun en can alıcı bölümü; ‘Çin ve Hindistan’ın yükselişi ABD egemenliğine tehdittir. Bu durum 19 yy’da Almanya gerilerken ABD’nin yükselişine benzemektedir. Çin ve Hindistan’ın gelişimi, beklenmedik potansiyel etkilere sahip olup, yeni yüzyılda dünyayı şekillendirecektir’ iddiasını yapmaktadır.

CIA’e göre, önümüzdeki 15 yıl içerisinde ABD yine ‘dünya düzenini belirleyen en önemli güç olacaktır.’ Fakat ‘dünyada söz sahibi olan yegâne güç olmayacaktır’. CIA projeksiyonuna göre Çin, Hindistan, Rusya ve Venezüella dünyanın tek kutuplu olmasını engelleyecekler ve ‘ABD’nin dünya jandarmalığı kısmi olarak son bulacaktır’.

Global egemenliğe yeni rakipler

Hem Fisk hem de Kaplan haklıdır. Son yıllarda dünya politika sahnesinde yaşanan gelişmeler bu iki analistin görüşlerini desteklemektedir.

ABD’nin Irak veya Afganistan politikalarının kesin başarıya ulaşmamış olması veya ABD’nin uluslararası etkinliğinin (özellikle enerji ve güvenlik politikaları için) azalmaya başlaması tek başına bu sonuca ulaştırmıyor.

Amerikan gücüne karşı yükselen yeni rakipler, dünyanın yeniden iki kutba hatta üç kutba doğru ilerlemesi bu korkuyu ve soruları beraberinde getiriyor.

ABD’nin dünya egemenliğinde üstünlüğünü muhtemeldir ki yeni yüzyılın ilk çeyreğinde de yaşayacak görünüyor. Fakat bu güce karşılık Rusya, Çin ve Hindistan’ın hızlı ekonomik büyümeleri ve her üç ülkenin ABD’nin hedef bölgelerinde karşı faaliyetlere geçmiş olması bu endişeleri artırıyor.

Özellikle Çin en büyük tehdit konumundadır. Çin’in ‘özgür kuvvetler’ olarak eğittiği, asıl amacı Pasifik'te ABD’ye karşı yapılacak bir savaş için hazırlanan askeri kuvvetleri ve deniz gücü bu tehdidin büyüklüğüne işaret ediyor.

Çin sadece ekonomik büyüklük ve askeri yatırımlar konusunda bir rekabete girmiyor ABD ile. Aynı zamanda bu ülke yıllar süren diplomatik suskunluğunu bozuyor ve Orta Doğu, Afrika, Batı Asya ve hatta Güney Amerika’da bir dizi politik açılım gerçekleştiriyor. Örnek olarak Venezüella’nın yönünü Washington’dan Pekin’e çevirmesi verilebilir.

Iran, Venezüella ve Rusya’nın petrol ticaretini dolardan Euro’ya çevirme girişimler yine bu tehdidin bir parçasıdır. Dolara vurulan darbe ABD ekonomisine dolayısı ile bu ülkenin gücüne vurulacaktır.

Rekabete örnek: Çinli şirketler Irak’ta

Orta Doğu’nun ve Kafkasların enerji kaynakları içinde Rusya’dan sonra Çin önemli bir rakip olacaktır. Bu görüşü destekler biçimde Çinli enerji ve petrol firmalarının Orta Doğu ve Kafkaslarda etkinliği artmaktadır. Bu görüşü destekleyen en önemli gelişme Irak petrolleri için verilen büyük mücadelede Asyalı firmaların ABD’li rakiplerine karşı (en azından şimdilik) kazandığı üstünlüktür.

ABD’nin Orta Doğu (ve özelde Irak) politikasının petrol hedefli olduğunu söyleyen uluslar arası politika uzmanlarına karşı yeni muhafazakârların verdikleri tek örnekte bu duruma işaret etmektedir. Irak’ta petrol sektöründe yapılan en son yapılan 8 yeni ihaleyi Asyalı (Çin, Hindistan ve Endonezya uyruklu) firmalar kazanmıştır.

Cambridge Energy Resarch Association kurumundan James Placke, Çin’in ABD ve İngiliz firmalarına karşı Irak’ta petrol konusunda çok önemli avantajları olduğunu belirtmektedir.

Benim şahsi tespitlerimde aynı yöndedir. Savaşın şirketleri yazısında belirttiğimiz şekilde Irak’ın yeniden yapılanmasında aslan payı, milyar dolarlık projeler ABD’li şirketlere ihale edilmiş olsa da güvenlik sebebiyle bu şirketlerin tamamı başarısızlığa uğramıştır. Bağdat’ın ortasında oluşturulan güvenlik bölgesinde (green zone) ikamet eden ABD’li şirketlerin fiilen Irak’ta proje gerçekleştirme imkânları yoktur.

Öte yandan, Çinli firmalar hem ülkeyi (Saddam döneminden beri) bilmekteler ve Irak halkına yabancı değildirler hem de Asyalı şirketlere karşı Irak halkında var olan hoşgörüden faydalanmaktadırlar.

Irak petrollerinde Çin’in kazandığı başarı kesin sonuç değildir. Şimdiye kadar ihale edilen projeler daha çok ‘petrol filminin’ fragmanı mahiyetindedirler. Esas mücadele yeni başlamaktadır.

Irak Enerji bakanlığı uzmanlarından Falah Al Jiburi’de bu düşünceyi destekler biçimde (5 Nisan 2007 tarihinde CNN International’a verdiği mülakatta), petrol savaşının yeni başladığını, esas ABD-Çin kapışmasının 2007 yılının ikinci yarısında yaşanacağını söylemektedir.

Boru hattı barış getirir mi?

(bu yazı 01.05.2007 tarihinde thenewport.onpunto.com adresinde yayınlanmıştır)

‘Hazar bölgesi ile Pakistan arasında, Afganistan üzerinden inşa edilecek hattı kontrol eden ülke dünya ekonomisini ve dünya enerji kaynaklarını kontrol edecektir’.


Müşerref - Karzai Buluşması

Afganistan Devlet başkanı Karzai ve Pakistan Devlet başkanı Müşerref Türkiye’de buluştular.

Zirvenin deklare edilen amacı ‘iki ülke arasında ‘bölgesel güvenlik’ konusunda yaşanan ihtilafların çözümü ve ülkeler arasında işbirliğinin’ sağlanmasıdır.

Karzai-Müşerref buluşmasını önemli kılan ve deklare edilmeyen bir diğer konu ise, iki ülkenin aralarındaki problemlerin çözümüne dev enerji şirketleri ile uluslararası petrol piyasasının yüklediği misyondur.

Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının kontrolü ve dünya piyasalarına temininde ‘Afganistan-Pakistan’ koridoru hayati öneme taşımaktadır. Bu sebeple, iki liderin Türkiye buluşması sadece bölgesel güvenliği değil, aynı zamanda enerji güvenliğini de sağlamayı hedeflemektedir.


Hazar Bölgesi Enerji kaynakları

ABD ve dünya ekonomisi alternatif ve güvenilir enerji kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır.

Bush yönetimi ve ABD Enerji uzmanları için Hazar petrol ve gaz yatakları Irak kadar belki Irak’tan da önemli…

Irak’ta, evdeki hesaba uymayan gelişmeler Kerkük ve Basra petrollerinin dünya piyasalarına temini ile beklentileri geciktiriyor. Irak’taki iç savaşla birlikte İran’la yaşanan kriz, Libya yönetimine duyulan güvensizlik ve Arap petrol üreticisi ülkeler arasında seslendirilmeye başlanan ‘petrol ihracatı üzerinde (1973 benzeri) miktar kısıtlaması politikasının ABD’ye karşı kullanımı’ enerji güvenliği sorununu gündeme taşırken Hazar petrol ve gaz kaynaklarının önemini bir kat daha artırmaktadır.

Hazar bölgesi ispatlanmış zengin petrol ve gaz rezervlerine sahip ve dünya piyasaları için hayati önem taşımakta… Enerji firmaları, Kafkasya ve Hazar’ın, bu yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir ‘Arap Körfezi’ olacağında hemfikirler. Devam eden araştırmalar Hazar bölgesindeki (ve özellikle Kazakistan’daki) potansiyel rezervlerin hem miktar hem kalite olarak tahmin edilenden daha büyük olduğunu göstermektedir. Cari rezerv tespit çalışmalarına göre, bölgenin toplam petrol rezervi 80 milyar varil civarında..

Hazar Denizinin statüsü konusunda var olan ihtilaflara karşın ENI, Exxon Mobil başta olmak üzere dev petrol şirketleri bölgede petrol arama ve çıkarma faaliyetlerini yürütmektedirler. Sadece Azerbaycan’da ABD’li firmaların petrol arama faaliyetleri ile ilgili imzaladıkları kontrat tutarı 10 milyar doları aşmış bulunmaktadır.

Parlak potansiyeline karşılık Hazar enerji kaynaklarının en önemli problemi, bölge ülkelerinin açık denizlere olan uzaklığıdır. Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın sahip olduğu kaynakların dünya piyasalarına arzı boru hatlarına bağımlıdır. Dolayısı ile zengin enerji kaynaklarının pazarlanabilmesi ciddi yatırımlar ve her şeyden önemlisi bölgede politik istikrar gerektirmektedir.

Hazar bölgesi (Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan) petrol ve gaz kaynaklarının dünya piyasalarına ulaştırılması için halen faaliyette olan Bakû- Novorosisk ve Bakû-Ceyhan hatlarına alternatif 7 yeni hattın inşaatı planlanmakta. En son Yunanistan ile Rusya, Avrupa’ya temin edilecek enerji için Novorosisk-Dedeağaç hattı konusunda bir protokol imzalamışlardı. Bu hat Bakû-Ceyhan’a alternatif olmaktan ziyade, Rusya’nın mevcut Bakû-Novorosisk hattının istikrarsız Çeçen bölgesinden geçmesi ve güvenlik konusunda yaşanan sıkıntılardır.

Bakû-Ceyhan, Azerbaycan petrolünü kısmi olarak Akdeniz limanlarına taşırken, Kafkas Boru Hattı Konsorsiyumu ile ABD firmaları bölgeden çıkardıkları petrolü Rusya’nın Karadeniz kıyısında bulunan limanlarına taşımaktadırlar. Boru hatlarının yetersizliği hem taşınan petrolün miktarını etkilemekte hem de bölgede arama ve çıkarma projelerine limit koymaktadır. Örnek olarak zengin rezerv tespit edilen Hazar-Kaşkan bölgesinde (taşıma hattı olmaması nedeniyle) petrol üretimi yapılmamaktır.

Bölgede yakın zamana kadar Rus ve ABD firmaları arasında bir işbirliği mevcuttu. Özellikle önde gelen Rus firmaları Lukoil ve Yukos ile Conoco, Exxon Mobil ve Halliburton stratejik işbirlikleri yapa gelmişlerdi.

Son dönemde Rusya ile ABD arasında tırmanan gerilim henüz Rus ve batılı şirketler arasındaki enerji işbirliğini etkileyecek seviyeye gelmemiş olmakla beraber, ABD güvenilir enerji için yeni taşıma hatları planlamaktadır. Bu hatların gerçekleşmesi hususunda en çok mesafe kaydedileni Trans-Afganistan hattıdır.

Bu hat, Hazar petrol ve doğal gazını Rusya’nın güney sınırı boyunca taşıyıp, Afganistan üzerinden Pakistan’a, Hint Okyanusu’na ulaştırmayı amaçlamaktadır.

Afganistan – Enerji Koridoru

Hazar enerji kaynaklarının dünya piyasalarına nakli konusunda Bush yönetiminin ajandasında yaklaşık 10 yıllık bir geçmişi var Trans-Afgan hattının.

ABD bir yanda Bakû-Ceyhan ve yine Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz nakli için inşaatı planlanan Mega Proje’yi (Şah denizi projesini) desteklerken, diğer taraftan da alternatif taşıma güzergâhlarına sahip olmak için Trans-Afgan hattını gerçekleştirmek istemektedir.

ABD, Bakû-Ceyhan’ı Bakû-Novorosisk’in yüksek taşıma ücretleri ve Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmak için hayata geçirmiştir. Bakû-Ceyhan’ında, Trans-Afgan’ında tek bir amacı vardır: petrolü kontrol etmek, boru hattı taşımacılık maliyetlerini düşürmek…

ABD neden Afganistan’da ve Müşerref-Karzai neden apar topar bir araya geldiler sorularının cevapları işte bu denklemin (petro-politikanın) içerisinde yer almaktadır.

Irak hesabı şimdilik tutmayan ABD, artan enerji ihtiyaçlarını güvenilir kaynaklardan, enerji güvenliği sağlanmış boru hatları ile taşıyarak temin etmek istemektedir.

Bu sebeple, ABD’nin Afganistan politikası, Afganistan’ın yeniden yapılanması yanında, bu ülkede uzun süreli mevcudiyetini sağlayacak adımları içermektedir. Halen inşaatı devam eden 4 büyük askeri üs bunun en belirgin kanıtıdır. ABD, Orta Asya’da yolcu değil hancıdır.

Afganistan politikası, bazı ABD’li petrol şirketlerinin deyimi ile ‘yeni ipek yolunun’ inşasıdır.

Trans-Afgan Boru Hattı

Trans-Afgan boru hattının ilk etabı için İran-Afganistan ve Pakistan arasında yapılmış bir anlaşma mevcuttur. Bu anlaşma gereğince İran doğalgazı Afganistan üzerinden Pakistan’da inşa edilecek olan terminallere taşınarak dünyaya ihraç edilecektir. Projenin ilk etabı hayata geçirilmeden Türkmenistan (yine Rusya bağımlılığından kurtulmak için) eski devlet başkanı Niyazov döneminde İran-Afganistan-Pakistan hattına ABD’nin de iştirakinin sağlanması kaydıyla katılacağını bildirmiştir.

John Hopkins Üniversitesi, Merkezi Asya-Kafkasya Araştırmaları Enstitüsünün bölge analizlerine göre ‘Hazar bölgesi ile Pakistan arasında Afganistan üzerinden inşa edilecek hattı kontrol eden ülke dünya ekonomisini ve dünya enerji kaynaklarını kontrol edecektir’. Bu Enstitüden araştırmacı Frederick Starr, bu hattı inşa ve kontrol eden ülkenin dünyanın önemli bir bölümünün coğrafyasına hâkim olacağını iddia etmektedir.

Bu bir amaç ise, bu amacı gerçekleştirmenin yolu ‘enerji koridorunu’ kontrol altına almaktır. Bu proje için en önemli enerji koridoru Afganistan-Pakistan hattıdır.

ABD Enerji Ajansının değerlendirmesine göre, Afganistan’ın önemi zengin Orta Asya kaynaklarının Hint okyanusuna açılmasında bir koridor teşkil etmesinden dolayıdır, tamamen coğrafyasından, jeo-politiğinden kaynaklanmaktadır.

Afganistan seçeneği boru hatlarının inşasını maliyet olarak etkilemekte, dolayısı ile enerji güvenliği için bu ülke önemli hale gelmektedir.

Başka bir deyişle Afganistan (Irak örneğinin aksine) kendi enerji kaynaklarından dolayı savaşın kurbanı olmamıştır. Afganistan’ın kaderini bulunduğu coğrafya çizmiştir.

Trans-Afgan hattına Engeller

Hattın inşasının önündeki en büyük engel bölgesel güvenliktir. ABD ve NATO hali hazırda Afganistan’ın sadece üçte birini kontrol altında tutmaktadır. Ülkenin Güney bölümü (Pakistan sınır bölgesi) neredeyse tamamen Taliban’ın kontrolü altındadır.

Bölgesel güvenliğe ikinci tehdit, bölge ülkeleri arasında yaşanan ihtilaflardır. Washington’un çözüm için girişimlerde bulunduğu bölgesel çatışmalar Afganistan-Pakistan, Pakistan-Hindistan, Türkmenistan-Kırgızistan ve Tacikistan-Özbekistan ihtilaflarından kaynaklanmaktadır.

Bir diğer önemli handikap, henüz Hazar bölgesinin uluslararası hukuk açısından statüsünün belirlenmemiş olmasıdır. Karasal enerji kaynaklarının sahipleri bellidir. Fakat enerjinin önemli bir bölümünün mevcut olduğu Hazar Denizi’nin İran, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan arasında nasıl paylaşılacağı büyük bir sorundur*.

Bu sorunlara ilave olarak, Rusya’nın son çıkışları ile tırmanan ABD-Rusya gerginliğinin Kafkasya ve Hazar bölgelerini de etkilemesi beklenebilir**.

Bugüne kadar ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da yürüttüğü ‘terörle savaş’ faaliyetlerine sert tepki vermeyen Rusya’nın, petrol savaşlarına müdahale edip etmeyeceği belirsizdir.

Son iki günün gelişmeleri

Önce Müşerref ve Karzai buluştu. Buluşmanın akşamında Afganistan’dan gelen haberlerde, Taliban’a karşı kapsamlı bir operasyonun başladığı bildiriliyordu. Daha sonra Pentagon dün, Taliban’la mücadelede önceliğin Afganistan’ın Güney-Batısındaki bölge (Trans-Afgan hattının geçeceği bölge) olacağını duyurdu.

Bu gelişmeler alt alta konulunca, Trans-Afgan hattı için düğmeye basıldığı anlaşılabilir.

Önemli sorular

ABD’nin şu anda Afganistan haricinde Gürcistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da askeri varlığı mevcut. ABD’nin Orta Asya’daki askeri varlığının devamı ve enerji politikalarının başarısı pek çok belirsizlikle birlikte yürütülmekte. Aşağıdaki sorular bu belirsizlikleri açıkça ortaya çıkarmaktadır.

Rusya, Gürcistan politikasını sertleştirip bu ülkede ki ABD varlığını bir tehdit olarak alabilir mi? Rusya ‘detant’ı sonlandırmak konusunda ne kadar ciddi?

Kırgızistan’daki anti-demokratik rejim, bölgede ki ABD varlığını ne kadar tolere edebilir?

Tacikistan’daki İslamcı gruplar ABD’ye karşı mücadeleye başlarlar mı?

Irak’ın kolay coğrafyasında başarısız olan ABD, Afganistan’ın zor şartlarında Taliban’ı nasıl yok edecek?

Pakistan’ın etnik ve dini yapısı ABD’ye ve ABD’nin enerji politikalarına sert muhalefet getirebilir mi?

Müşerref’in ve Karzai’nin iktidarları ne kadar sağlam?

Bölgede çıkar çatışmalarından kaynaklanan problemler (Afganistan-Pakistan, Pakistan-Hindistan vb) kısa sürede çözülebilir mi?

Tüm bu sorular ABD’nin Trans-Afgan hattında işinin kolay olmadığını ortaya koyuyor. Bu sorular ve verilecek cevaplar bir tespit yapmamızı sağlayacak: ‘boru hattı mı barış getirir yoksa barış mı boru hattını getirir’.



Notlar

* İran – ABD gerginliğinin, sadece İran’ın nükleer programı ile ilgili olmadığına, tırmandırılan
gerilimin ‘Hazar Denizi’nin petrol ve gaz rezervlerinde İran’ın talep ettiği hakla’ ilgili olduğuna dikkat edelim.

**Rusya’nın ‘detant’ı bitiririm tehdidinin arkasında, enerji savaşlarının olduğunu düşünüyorum. Irak savaşı öncesi Saddam Hükümeti ile 40 milyar dolar tutarında petrol anlaşmaları imzalayan Rusya; ABD’nin Irak’ı işgali ile iptal edilen bu anlaşmalar için girişimlerini hala sürdürmektedir.

Irak’ta umduğunu bulamayan ve dışlanan Rusya bu kez Hazar-Kafkasya’yı ABD’ye bırakmak niyetinde gözükmüyor.

Bir Sarkozy Analizi

Fransa’dan Türkiye’ye mesaj

Fransa’daki başkanlık seçimleri, cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesine ait anayasa değişikliğinin yapıldığı Türkiye’ye önemli mesajlar veriyor.

Sarkozy %53 oy alarak başkan seçildi. Royal’in oy oranı %47’de kaldı. Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden sonra Fransa’daki azınlıklar, Arap asıllı Fransızlar ve özellikle Kuzey Afrikalı göçmenlerin mutsuz olduklarını söylemek zor değil. İki gündür Paris’in banliyölerindeki protesto gösterileri bu mutsuzluğun sonucu.

Artık Fransa’da azınlıklara ve yabancılara ikinci sınıf vatandaş gözüyle bakan bir başkan var…

Fransa’da ki iki turlu seçimin bizim açımızdan iki önemli sonucu var.

İlk mesaj, iki turlu seçimin getireceği cepheleşme

İlki, özellikle iki turlu seçimlerde cepheleşmenin gerçekleşme ihtimali. Aynen bugün, Fransa’da, sağ ve sol cepheleşmenin son on yılda olmadığı kadar keskinleşmesi gibi.

Türkiye’deki anayasa değişikliğinin getirdiği Cumhurbaşkanlığı Seçim Modeline, özü itibariyle Fransız Modeli diyebiliriz.

Sosyal konularda benzetmeler yaparak çıkarım yapmak zor olsa da, aynı modeli uygulayan Fransa sanki bize laboratuar şartları oluşturuyor. İlk turda her partinin kendi adayını desteklediği, ikinci turda ise partilerin en çok oyu alan adayların arkasında ideolojilerine göre kamplaştığı, cepheleştiği Fransa bize bu konuda yaşayacaklarımıza dair ipuçları veriyor.

Türkiye’de gerçekleşecek bir iki turlu seçiminde, Çağlayan’dakiler ve Çağlayan’da olanlara ‘buğz’ edenlerin arasında geçmesi beklenebilir.

İkinci mesaj, Türkiye’nin kültür farklılığı

Sarkozy’nin seçim propaganda faaliyetleri esnasında Türkiye-AB ilişkileri ile ilgili kullandığı terminoloji ve Sarkozy jargonunun arkasında yatanlar, bir süredir AB içinde yapılan tartışmaların özünü teşkil ediyor.

AB’nin geleceğini şekillendiren her toplantı, AB’nin anayasasının hazırlık çalışmaları, AB’nin temelini ekonomik birliğin mi yoksa kültür birliğinin mi oluşturacağı ikilemi-çatışması arasında geçti. Bu bakımdan Sarkozy’nin, Türkiye Asyalıdır, Avrupa kültürüne ait değildir sözü önemlidir.

Kilise’nin müdahalesi

AB’nin esasında bir ekonomik birlik olduğunu savunanların başında İngiltere geliyor. Bu bakımdan İngiltere Türkiye’ye en sıcak bakan ülke. AB’nin büyüklerinden Fransa ve Almanya ise ikinci grupta yer almakta, Türkiye’nin üyeliğine, çözülmesi gereken ekonomik ve sosyal problemlerinden çok, kültür farklılığı penceresinden bakmaktalar.

Vatikan, kesin bir şekilde, AB’nin Avrupalılık ve Hıristiyanlık temelinde oluşması ve gelişmesini savunmakta. Hatta Papa Benedikt, AB Anayasasına bu ifadenin aynen yazılmasını istemekte.

Türkiye-AB ilişkisinin geleceği

Türkiye’nin AB üyeliği, kültür temelli birlik fikrinin, AB içerisinde ağır basması nedeniyle zor gözüküyor.

Türkiye’nin verdiği tavizler, şimdiye kadar uyum çalışmalarında aldığı yolun AB’nin şövalyelerini tatmin etmesi mümkün değil.

Bu sebeple AB üyeliği konusunda Merkel’in söylediği, Türkiye’nin üyeliği için belki 50 yıl gerekli sözü konuyu çok güzel özetliyor.

Bizce de bu 50 yıl, belki daha uzun bir süre gereklidir. Bu süre Türkiye’nin çok yapacakları olduğu için değil, AB şövalyelerinin bilinçaltlarında Türklere karşı taşıdıkları önyargılar içindir.

Folklorunda, opera-bale eserlerinde, edebiyatında, siyasetçisinin sloganlarında ‘Türklerin Avrupalının düşmanı’ olduğu temaları olan bir birliğin, Türkiye’yi kabul edebilmesi ancak, ‘medenileşmesi’ ile ve bizi daha iyi anlayabilmesi ile mümkündür.

Yeniden Fransa…

Seçim sonuçları sonunda, sadece Türkiye-AB ilişkileri değil aynı zamanda uluslararası siyasette yeni açılımlar ve değişimler beklenebilir. Sarkozy’nin sözlerini hatırlarsak, ABD’nin ihtiyaç duyduğu her an ve her konuda yanında olacağı, Beyaz Saray’ın Orta Doğu ve Orta Asya politikalarında bir nebze rahatlık getirebilir.

Yine aynı şekilde, ‘İsrail’e desteğim koşulsuzdur’ sözü, Filistin’e hep sıcak bakan Fransa’nın pozisyon değişikliğidir. İsrail’in Orta Doğu denkleminde elini kuvvetlendirecektir.

Sarkozy, eğer kendi vatandaşı Afrikalılar ve Araplardan gelecek tepkileri göğüsleyebilirse, BM Güvenlik Konseyinde daha rahat manevra alanı olan bir ABD var olacak demektir.

Bu durum, muhtemeldir ki Güvenlik konseyi politikalarında Rusya ile Çin’i biraz daha yaklaştıracak, soğuk savaş dönemine benzer oturumların yaşanmasına yol açacaktır.

Sonuç

Fransa, iki turlu seçimin ve gerilen iç siyasetinin sonunda artık daha çok cepheleşmiştir. Fransa sokaklarındaki gerilim, 1960 ve 1970’lerin kutuplaşmış Fransa’sına benzemektedir. Seçimlerde Le Pen’in oylarını alan Sarkozy daha milliyetçi ve daha tutucu davranabilir.

Türkiye artık AB’ye her zaman olduğundan daha uzaktır. AB’nin kültür (din) birliği olduğunu savunanlar kuvvetlenmiştir.

Seçim sonucundan mutsuz olanlar; Royal ve sol bir yana (asıl kaybedenler) Arap asıllı Fransızlar, Fransa’da yaşayan Kuzey Afrikalı göçmenler ve Filistin’dir.

Kuşkusuz en mutlu kesim; Seçimi kazanan sağ cephe ve özellikle Fransa’nın aşırı sağcıları (Le Pen taraftarları) ile ABD ve İsrail’dir. Tabi birde Vatikan’ı unutmayalım…