30 Mayıs 2007

Haleh'e özgürlük!

Haleh Esfandiari hala tutuklu…

Amerika’nın ünlü düşünce kuruluşu Woodov Wilson Center’ın İran asıllı Amerikalı araştırmacısı, Orta Doğu Bölge Müdürü, Dr. Haleh Esfandiari 8 Mayıs 2007’den beri İran’da tutuklu.

Esfandiari, 93 yaşındaki hasta annesini ziyaret için geçen yılın sonunda İran’a gider. 30 Aralık 2006 tarihinde havalimanından ayrılırken ‘kimliği belirsiz’ kişilerce önü kesilen Araştırmacının, pasaportuna ve eşyalarına el konur. Bu tarihten beri İran’da zorunlu olarak ikamet eden ve ülke dışına çıkışına izin verilmeyen Esfandiari, 8 Mayıs’ta ‘İran aleyhine casusluk yaptığı’ iddiası ile tutuklanır. Haleh, halen İran’da, siyasi suçluların kaldığı meşhur Evin Cezaevinde tutulmaktadır.

Haleh’le ilgili girişimler ancak tutuklandığı tarihten itibaren ivme kazanmış, fakat araştırmacı maalesef hem orijini hem de araştırma konuları pek çok kesimi rahatsız ettiği için dünya kamuoyundan yeterli desteği alamamıştır.

Esfandiari vakası, İran asıllı Kanadalı düşünür Ramin Jahanbegloo’nun durumuna çok benzemektedir. Ramin, 2006 yılı içerisinde, İran’a karşı casusluk yaptığı iddiası ile tutuklanmış, daha sonra, uluslararası toplumda aylarca süren protestolar ve İran’ın istediği ‘itiraflarda’ bulunmasıyla serbest bırakılmıştı.

Aynı şekilde, Haleh’ten de, tutuklanmadan önce (İran’da zorla alıkonulduğu yaklaşık dört ay süresince), İran rejiminin yıkılması amacıyla, İran’ın düşmanları lehine ajanlık yaptığının itirafı istenmiştir. Haleh ‘itirafı’ reddedince tutuklanmıştır(1).

Haleh Esfandiari kimdir?

İran asıllı araştırmacı Haleh, ABD’nin en önemli Orta Doğu uzmanlarındandır.

Analizleri ile partiler üstü kalmayı başaran Haleh (ne İsaya ne Musaya yaranan yapısı ile) Cumhuriyetçiler kadar Demokratlarında nefretini kazanmış olsada, Orta Doğu konusundaki ‘bölge bilgisi’, kendisini Washington’da vazgeçilmez kılmaktaydı(2).

Filistin, İran, Suriye ve Irak konularında uzman olan 67 yaşındaki araştırmacı, politik analizlerinin yanısıra Orta Doğu’da Kadın, İran Rejimi, Filistin İntifadası, Filistinli Göçmenler, Orta Doğu Tarihi vb konularda çeşitli araştırmalar yayınlamıştır.

Haleh’in çalıştığı Wilson Center’in başkanlığını ABD Kongresinde Demokrat Temsilci olarak görev yapan Lee Hamilton yapmaktadır.

Haleh’le tanışmamız, 2004 yılında, Irak’ta Bağdat’ta gerçekleşti. Haleh Bağdat’a gelince, benimde Bağdat ziyaretlerimde ikamet ettiğim (2004 yılında havan topu saldırısına uğrayan, 2005 başında ise bomba yüklü araçla yapılan saldırı ile yıkılan) Al Hamra Otel’inde kalıyordu.

Al Hamra’da tanıştığım Haleh’le dostluğumuz zaman içerisinde gelişti. Pek çok batılı Orta Doğu analistine göre (bu bölge tandanslı olmasının avantajı ile), olaylara farklı pencereden ‘bağımsız’ bakmayı başaran yazar, Washington’da kelimenin tam anlamıyla bir ‘ayrık’ otuydu.

El Masri sonrası Irak(3) yazımızda yer alan ‘Kadınlar Ön Saflarda’ yorumumuz da, Haleh’in ilettiği kıymetli bilgilerin ışığında hazırlanmıştı.

Haleh neden tutuklandı?

Haleh Esfandiari’nin tutuklanmasında, İran’daki sistem içi rekabetin rol oynadığı hatta Esfandiari’nin, Ahmedinejad’ın iktidar mücadelesindeki rakibi olan İran’ın eski Cumhurbaşkanlarından Haşimi Rafsancani’nin kızı Faizah Haşimi ile yakın ilişki içinde bulunmasının tesiri olduğu iddia edilmektedir.

Tüm bu iddiaların yanı sıra Haleh’i ve tutuklanmasını önemli kılan, ABD’nin 2007 başlarında Irak’ta politika değişikliğine gitmesine sebep olan ‘Baker-Hamilton-Reports’un yazarlarından birisi olmasıdır.

Haleh, raporun sosyal gelişmeler (direnişin sosyal yorumu) ile Irak’ta gelişen Rusya-İran ittifakının analiz edildiği bölümleri hazırlamıştı.

Haleh’e göre, 2006 sonuna kadar, Irak’taki koalisyon idaresi çok tehlikeli bir oyun oynuyordu. Ülkede etkin olan aşiretlerin direnişçilerle irtibatlarını kesmeleri ve koalisyonu desteklemelerini sağlamak üzere, aşiretlere ihale edilen projeler beklentilerin tersine sonuçlar doğurmuştu.

Aşiretler, ihale almak için, direnişçilere desteği bir şantaj aleti haline getirmiş, bu durumda ABD’nin ‘ihale oyununun’ tersine dönmesine yol açmıştı.

Haleh, Baker-Hamilton raporunda ayrıca, Irak’ta savaş öncesi dönemde, Saddam yönetimi ile yaklaşık 40 milyar dolarlık petrol anlaşmaları yapan Rusya’nın, yeniden Orta Doğu petrol oyununda yer almak için İran ile gizli bir ittifak gerçekleştirdiği ve direnişi İran üzerinde desteklediği tezini ortaya atmıştı.

Haleh neden tutuklandı sorusunun cevabı da tahmin ediyorum İran-Rusya ittifakının deşifre edilmesinde gizlidir.

Destek neden az?

Haleh, İran’da daha önce tutuklanan Ramin’e oranla dünya kamuoyundan yeterli desteği görememiştir.

Analizlerinde, ABD’yi değil, Orta Doğu ülkelerini; İsrail’i değil, Filistin’i desteklemesinin cezasını çeken Haleh’e en önemli destek Amerikalı Müslümanlardan gelmiştir. Haleh için bir kampanya başlatan American Islamic Congress,kurumuna daha sonra sırasıyla Ibn Khaldoun Center, the Initiative for Inclusive Security, Freedom House ve the Kuwaiti Economic Society katılmışlardır.

Ne yapalım?

Eğer sizde Haleh’i, ama onun nezdinde ‘objektif’ davranıp, güçlüye karşı doğruyu söyleyenleri desteklemek istiyorsanız ‘Free Haleh – Haleh’e Özgürlük’ kampanyasına katılabilirsiniz.

Yapmanız gereken, http://campaigns.aicongress.org/?id=haleh adresinde hazır bulunan ve İran Devlet Başkanı Ahmedinejad, İran Dini Lideri Ali Hamaney ve İran’ın BM Temsilcisi Cevat Zarif’e gönderilecek olan mektubu imzalamak.

--------------------------------------------------------------------------------

1. Konuyla ilgili detay bilgi için lütfen okuyunuz

http://www.wilsoncenter.org/index.cfm?fuseaction=news.item&news_id=236704,

http://time-blog.com/swampland/2007/05/haleh_esfandiari_soft_hostage_1.html

http://www.usatoday.com/news/world/2007-05-08-jail-iran_N.htm


2. Haleh’in detay biografisi için lütfen bakınız

http://www.wilsoncenter.org/index.cfm?topic_id=1426&fuseaction=topics.profile&person_id=8940


3. http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=thenewport&CId=50817

Mesih - Papa - Putin

Koloniciler dinci miydi?

‘Ölümü özlemle beklediler’ (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=53872) yazımızdan sonra çok farklı tepkiler içeren mailler aldık. Hakaret edenleri bir yana bırakırsak, bazı okurlar eleştirel yazılarında, Latin Amerika’yı talan edenlerin koloniciler olduğunu, aslen ‘dinci’ bir yapılarının olmadığını söylüyorlar.

Bence, hem kolonici hem de dinciydiler.

Hıristiyan dincilik veya başka bir deyişle Mesihicilik sadece eski çağlara ait bir olgu değil, günümüzde de sürüyor. Vatikan’ın diğer Hıristiyan mezhepleri ve diğer dinlerle bir ‘dünya hakimiyeti’ için mücadelesi yok mu sizce?

Varlığını dine dayandıran sistemler, devletlerinin ve varoluş sebeplerinin prensiplerini tadil etmezler; bu prensiplere zaman içerisinde sadece daha büyük boyutlar eklerler.

İnsanlar ve milletler, tarihte, bir inanışın (kendi inanışlarının) dünyaya hakim olacağını ve bu inanışı uygulayan kurumların evrensel saltanat süreceğini savunmuşlardır.

Bu bir inanıştır, hem de ‘kesin inançlılıktır’. Bu takdirde, bu kesin inançlıların yapacağı, kendi inançlarını ve bağlı oldukları kurumları askeri istilalar dahil ellerinde bulunan tüm araçlarla yaymak ve bu amaç için tüm yolları kullanmaktır.

Sanki burada bir ikilem var gibi gelir önce: doktrin olarak din ilahidir, onun iktidarı ise dünyevidir.

Eğer şahısların veya grupların çıkarları olmasa, birbirinden ayrı kalacak olan ilahi ve dünyevi yapılar, realitede karışır ve kaynaşır. Laikliğin zorunluluğu da buradan kaynaklanır. Laiklik dini, ilahi doktrin olarak sınırlandırır, dünyevi olmasını engeller.

Mesihilik ve ‘Tanrının Şehri’

Konuya dönersek, Hıristiyan felsefesi, Katolik kilisesinin ilk dönemlerinde bir dünya iktidarı hayali ile birleşti. Hıristiyan ilahiyatçılarından G. Wells, ‘doğruluk ve dürüstlüğün hüküm süreceği evrensel bir dünya devletinde her insanın bir vatandaş olacağını’ belirtir ve bu fikrin ilk kez Hz. İsa tarafından dünyaya getirildiğini anlatır.

Daha sonraki dönemlerde, Papalık, dünya hakimiyeti fikrini kendisine düstur olarak alır. Haçlı seferlerinin de kolonicilik maceralarının da arkasında ‘emperyal din’ motifi vardır.

Tarihe bakarsak, M.S. 325’te ilk kez Roma imparatoru Konstantin otokratik bir iktidar tesis eder. Aynı şekilde Aziz Augustin’in ‘Tanrı Şehir’ tanımı da dünyevi vasıtalarla ilahi emrin uygulanması gayesini taşımaktaydı.

Teori ilahidir, bu sebepten siyasi maksatların arkasında da ilahi amaçlar yatar. Kolonicillik felsefesi de sadece yeni topraklar ve yeni kaynaklar fethetmek için değildir. Bu vasıtalarla aynı zamanda ilahi emrin yeni insanlara ulaştırılmasıdır amaç, Hıristiyanlığın ‘Tanrı Şehri’nin sınırlarının genişletilmesidir sağlanmak istenen.

Fakat evdeki hesap çarşıya tabiki uymaz. Öncelikle beşinci asırdan on beşinci asra kadar Avrupa tarihinde siyasi üstünlüğe sahip Katolik devletler hüküm sürer, fakat bu süreç aynı zamanda ilahi dünya devleti fikrinin başarısızlıklarını da ortaya çıkarır.

Gerçekte hem Ortaçağda hem de yakın çağda pek çok uluslararası ittifak ve kurumlar evrensel Katolik kilisesinin desteklediği Hıristiyan Mesihiliğe dayanıyordu.

Her ne kadar krallar ülkelerini bu ilkenin ışığı altında yönetmek isteseler de, dünyevi arzular ve ihtilaflar ülkelerin bir araya gelip, ‘Tanrının Bayrağı’ altında toplanmasını engellemiş, oluşum hep ütopik seviyede kalmıştır. Örneğin, Papa III. Leo tarafından bütün Avrupa’nın imparatoru ilan edilen Charlemagne’ye ilk tepki diğer Hıristiyan devlet adamlarından gelir.

Hıristiyan Mesihiciliği bir iktidar yapısıdır. İktidar amaçlamıştır. Mesihilik, Papa III. Leo’dan bu yana en büyük darbeyi, Avrupa’da alevlenen Protestan Reformasyon Hareketi ile yaşar. Önce Avrupa’yı harabeye çeviren 30 yıl savaşları (1618-1648) meydana gelir, daha sonra Katolik kilisesi Protestanlığı ve varlığını kabul etmek zorunda kalır.

Güçlenen Protestanlık, Katolik dünyayı mezhepler arası diyaloga (Roma Konseyine ) kadar götürür.

İktidar mücadelesi sürüyor mu?

Günümüzde de Hıristiyan Mesihiliği hayaline dayanan bir dünya hükümeti fikrinden vaz geçildiğine dair bir emare yoktur.


1964 ve 1966 yılları arasında çalışan Roma Konseyi, ‘Tanrı Şehri’nin en büyük engeli olan bölünmüş Hıristiyanları birleştirmek için çok önemli çalışmalar yapar. Protestanlığın, Roma Katolikliğinin ve Yunan Ortodoksluğunun (Slav Ortodoksluğu hariç) bir araya gelmesi amacıyla yapılan çalışmalarda mesafe alınır fakat sonuç alınmaz.

Bu konsey çalışması sadece Hıristiyan birliği için değil aynı zamanda dinler arası diyalog açısından da önemlidir. Papa XIII John, artık dünya barışı fikrinin, ‘tek ve mutlak Hıristiyan dünya fikrinden’ daha önemli olduğunu, ‘Allahsız/materyalist’ SSCB’yle (Marksizm’le) mücadelenin diğer dinlerle mücadeleden daha önemli olduğunu ilan eder.

Daha sonra gelen Papa VI. Paul’de kilisenin dünya gücünü artırmak niyetinde olmadıklarını ilan ederek, dinler ve mezhepler arası diyaloga önem verir. Bu politika değişikliğinin arkasında Katolik dünyanın, Protestanlık karşısında güç ve nüfuz kaybı ile materyalizmin 20. yüzyılda din karşısında aldığı mesafe yatar.

Yeni Ortaklıklar – Saflaşmalar

Bugüne gelirsek, iki önemli olgu Mesihiliğin yeniden canlanmasına yol açmaktadır.

Soğuk savaşın sonlanması, (ortak düşman kabul edilen materyalist Marksizm’e karşı) dinler arası diyalogu gereksiz kılmış ve ayrıca Katoliklerin dünyanın pek çok yerinde Protestanlık karşısında gerilemesi mezhepler arası diyalogu sekteye uğratmıştır.

Katolik dünyası için bugün en önemli stratejik ortak Yunan Ortodoks Kilisesi (Fener Rum Patrikhanesidir).

Vatikan’ın en büyük korkulu rüyası ise egemenlik sahasını Doğu Avrupa’ya doğru genişletmeye çalışan Rus Ortodoks Kilisesidir.

Bu korkunun boş olmadığı, 1917’deki Bolşevik devriminden sonra sürgünlerle ayrılan Rus Ortodoks kiliselerinin Rusya lideri Vladimir Putin’in girişimleriyle, 80 yıl sonra yeniden birleşmesi ile su yüzüne çıkmıştır.

Malumunuz, Rus Ortodoks Kilisesi’nin başı Patrik 2.Aleksi ile sürgünlerin New York’ta kurdukları Yurtdışı Rus Ortodoks Kilisesi Başkanı Metropolit Lavr, ilişkilerin yeniden tesis edilmesini öngören belgeyi 18 Mayıs 2007 tarihinde Moskova’da düzenlenen törenle imzaladılar.

Törende Putin, Patrik 2.Aleksi ile Metropolit Lavr’ı tebrik ettikten sonra, "Kiliselerin birliğinin sağlanması, Rus halkının kaybolan dini birliğini yeniden tesis etmek için çok önemlidir. Rusya’nın ulusal kalkınması ve gelişimi, tarihi ve dini destek olmadan mümkün olamaz" demiş.

Aynı Mesihiliğin başlangıcındaki kaynaşma gibi bu girişimde de hem ilahi hem de dünyevi motifler söz konusudur. Putin, dini bütün bir Hıristiyan olarak bu birliğe imza atmaktan çok, birliğin Rusya’nın eski SSCB ülkeleri ve Slav halklar üzerindeki etkisini artırmayı amaçlamaktadır. Din yine emperyal bir vasıta olarak kullanılacaktır.

Mesihilik, dinler arası ve mezhepler arası mücadele olmadan başarıya kavuşamaz.

Bu mücadele Vatikan için birden çok cephede geçecektir. Bir cephede, İslam bir başka cephede ise Katolik inanışlara muhalif diğer Hıristiyan mezhepler vardır.

Bu zorlu mücadelesinde ittifaklara ihtiyaç duyan Papanın, Türkiye ziyareti esnasında Fener Patriği ile buluşmasını ve Patriklik kurumunun ‘ekümeniklik’ mücadelesine verdiği desteği birde bu açıdan değerlendirelim.

Sonuç

Mesihilik yoktur veya halen vardır bir tartışma konusudur. Kimi var diyecektir, kimi inkar edecektir.

Fakat su götürmez gerçek, Kuzey ve özellikle Güney Amerika’yı istila eden Avrupalıların, bu yeni kıtaya kaynak aramak kadar ‘din ihracı’ gayesi ile gittikleridir.

Kimse kalkıp, zavallı Latinlerin saf ve deruni insiyaklarla yüzlerce yıl, ‘suyun öte tarafından’ kurtarıcılarının gelmesini beklediklerini söylemesin.

Üstelik gelenlerin kurtarıcı olmadıkları da ayan beyan ortada iken...

2050 Senaryoları

Fazla nüfus sonumuz mu olacak?

Bizim gündemimizde yok fakat dünya ekolojik dengeyi tartışıyor...

Henüz ‘küresel ısınmanın’ gerçekten ‘küresel bir problem mi’ yoksa abartılan bir kavram mı olduğu konusunda bir ittifak oluşturamayan bilim adamları bu kez fazla nüfusun dünyanın sonu olup olamayacağını araştırıyorlar.

Bu sorunu ilk olarak ciddi bir hipotez şeklinde Thomas Malthus yaklaşık 200 yıl önce ortaya atmış, dünya kaynaklarının artan nüfusu besleyemeyeceğini öne sürmüştü. Geçen zaman Malthus’u haksız çıkarmış, özellikle 1960’larda yaşanan ‘yeşil devrim-zirai devrim’, dünya kaynaklarının yeterli olacağına dair bir kanının oluşmasına sebep olmuştu.

Neo-Malthusçular

Bu kez, iki yüzyıl sonra, Neo-Malthusian’lar hemen hemen aynı iddialarla ortaya çıktılar. Malthus, artan nüfusun beslenemeyeceğini ve bu durumun bir çeşit doğal seleksiyona yol açacağını iddia etmişti. Onu takip eden akademisyenler (Yeni Malthusçular) ise artan nüfusun sadece besin yetersizliği sorunu yaratmayacağını, beraberinde getireceği daha fazla tüketim, daha fazla karbon dioksit emisyonu, su kıtlığı, artan enerji maliyetleri ve düşen üretim kapasitesi ile yakın zamanda gezenin yok olacağını iddia ediyorlar.

Bu görüş sadece Malthusçular arasında değil aynı zamanda klasik iktisatçılar arasında da taraftar toplamaya başladı. Ünlü iktisatçı Jeffrey D. Sachs bu görüşü en son BBC’nin Reith Lectures konferanslarında dile getirdi.

Earth Policy Institute’den Lester Brown, NFU’dan Darrin Qualman , Columbia Üniversitesi bünyesinde kurulan Earth Institute ve Birleşmiş Milletler Millenium Project araştırmacıları Malthusçuların en önemli destekçileri durumundalar.

Nasıl bir dünya bizi bekliyor?

Bu görüşe göre, 21. yüzyılın en önemli sorunu ‘kitle imha silahları’ değildir. İnsanlığın kendisini imha yeteneği vardır ve bu imha ‘hızlı artan nüfusla’ olacaktır.

Bu yüzyılda hızla artan nüfus daha çok tüketerek ve kirleterek kendi sonunu hazırlayacaktır.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNPF) raporlarıda bu görüşleri destekler niteliktedir. Geçtiğimiz 70 yıl boyunca dünya nüfusu 3 kat artmış, 2 milyar seviyesinden 6.7 milyara ulaşmış; yıllık 77 milyon ilave nüfus ile 2050 yılında 9.6 milyar düzeyine gelmesi beklenmektedir.

Yine aynı rapora göre, az gelişmiş 49 ülke, vatandaşları için temel ihtiyaçları karşılayamaz durumdadır. 2007 tahminlerine göre 883 milyon olan açlık seviyesindeki insan sayısı 2050 yılında 2.02 milyara yükselecektir.

Raporun en ilginç bölümü, ileri sanayi ülkeleri ile açlık çeken ülkeler arasındaki büyük tüketim uçurumudur. Dünya nüfusunun %20’sini oluşturan en üst gruptaki (zengin) ülkeler dünya toplam tüketiminin %91’ini gerçekleştirmektedir.

Bu sonuca göre, ekoloji bilimi fakirlerden çok zenginlere hitap etmeli, Kyoto’nun gerçek muhatabı sanayileşmiş ülkeler olmalıdır (Dünya tüketiminin tek başına %7’sini, toplam gaz emisyonunun %4’ünü gerçekleştiren ABD protokolü imzalamış fakat uygulanmasını durdurmuştur. Kyoto ile ilgili tüm ülke listesini görmek için http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Kyoto_Protocol_signatories#Not_signed_and_not_ratified).

Birleşmiş Milletler raporuna göre, az gelişmiş ülkeler, nüfus artışının ‘su kıtlığı’ etkisini en fazla hissedecek ülke grubu olmaktadır. Mevcut durumda, dünyada 674 milyon kişi ‘su kıtlığı’ tehdidi altında yaşarken, 2050 yılında bu rakamın 3 milyarı geçeceği beklenmektedir. Özellikle dikkat edilmesi gereken bölgeler, toprak altı su seviyesini ölçen (su tabloları) her yıl 1 metreden daha fazla düşen Çin, Latin Amerika ve Afrika ülkeleridir.

Stanford Üniversitesi’nden Donella H. Meadows ise esas tehlikenin (ilk tehlikenin) yiyecek kıtlığı olacağını öngörmektedir. Meadows’a göre, önümüzdeki 20 yıl içerisinde dünya nüfusunun yarıdan fazlası yetersiz beslenme problemi ile karşı karşıya kalacak, 25 sene sonra ise fakir ülkelerde yemek için iç savaş çıkacaktır. Meadows, artan nüfusu besleyecek yiyecek temini için dünya gıda üretiminin her on beş yılda bir, iki katına çıkması gerektiğini öne sürmektedir.

Eğer Meadows haklı çıkarsa, kıt kaynakların (arazi kıtlığı, üretim girdileri ve enerji kısıtının) istenen üretim artışının gerçekleşmesine engel olacağı, sonuçta kanlı savaşların yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuracağını bekleyebiliriz.

Çıkmaz sokak

Robert Salmon, bu çıkmazın (kıt kaynak kıt yiyecek çıkmazının) bir sarmal ortaya çıkaracağını ve sonuçta dünya ekolojik dengesinin daha çok bozulacağına inanmaktadır. Salmon, artan nüfusu beslemek için kıt arazilerin daha ileri teknoloji ile birlikte ortaya çıkacak yeni gübre, zirai ilaçlar ve tohumlarla birlikte kullanılacağını, artan kimyasalların sonuçta ekolojik dengeye daha çok zarar vereceğini öne sürmektedir.

Hem BM raporu hem de Columbia Üniversitesi araştırmaları, fakirliği ve gelecekteki karamsar tabloyu önlemek için dünya nüfus artışının hızla ve radikal olarak düşürülmesini tavsiye etmektedirler.

Neo-Malthusçuların bu kez haklı çıkmasını önlemenin yolu yavaş artan (sürdürülebilir) nüfus artışı ile hızı kesilen tüketimdir.

İyimserler ne diyor?

Haliyle, bu görüşler ispatlanmamış teoriler ve öngörülerdir. Aynı ‘küresel ısınma’ konusunda olduğu gibi ‘varlığının ispatı’ gerçekleşmesine bağlıdır. Bu durumda da bu görüşe karşı çıkan başka ekolojistler ve iktisatçılar mevcuttur (Tartışma için Dominic Lawson’un Jeffrey Sachs is wrong once again: rising population isn't going to destroy the planet makalesi örnek olarak verilebilir).

Lawson gibi, bazı araştırmacılar, bio-teknolojik devrimlerin gıda kıtlığına çare olacağına ve Malthusçuların bir kez daha yanılacaklarına inanmaktadırlar.

Dünya nereye gider?

Bize göre, bir çeşit dilemma söz konudur. Artan nüfus ve tüketim, beraberinde artan ‘talebi’ getirmektedir. Talep artışı üretimi artırmakta, üretim artışı (ve dünya gelirinin global artışı) teknolojinin ilerlemesine sebep olmaktadır.

Teknolojik ilerleme ve üretim artışı ise beraberinde kaynakların ve gezegenin kirliliğine, eğer doğru ise ‘küresel ısınmaya’ yol açmaktadır.

Öte yandan, nüfus artış hızının durdurulması, (sürdürülebilir kalkınmaya) yetecek miktarda üretim ve tüketim seviyelerinin sağlanması, yeterli oranda artmayan dünya talebine, talep eksikliğine sebep olabilir.

Bu durumda da, talebin yetersiz olması, inovasyon ve teknolojik devrimlerin hızının kesilmesi ile sonuçlanabilir.

İşte karşımızdaki dilemma budur.

Gelişme hızı yüksek, gelir uçurumu büyümüş, kaynakları kirlenen ve tükenen (ortalama gelir seviyesi yüksek) bir dünya ile gelişme hızı ve teknolojik büyüme hızı yavaşlamış, tüketim seviyesi kontrol altına alınmış, açlık tehlikesi nispeten giderilmiş fakat ortalama gelir seviyesi daha düşük bir dünya...

Başka bir deyişle daha zengin, daha adaletsiz ve daha kirli (ama göreli olarak ulaşacağı seviyede) bir dünya ile daha az zengin, daha adaletli, daha az kirli (ama göreli olarak geri kalmış) bir dünya...

Seçimi yapacak olanlar gelişmiş ülkeler. Onların seçimi dünyaya bir şekil verecek. Ülkeler arası ihtilaflar ve çekişmeler aslında hiçbir zaman seçim yapılmayacağını, dünya iktisadi düzeninin (bir gizli elin) bizi 2050’de karşılaşacağımız ve yaşayacağımız tabloya doğru götüreceğini gösteriyor.

Belkide Keynes haklıdır

İktisat teorileri ile ilgilenenler bilirler, J. Maynard Keynes’in tüm analizleri kısa dönemlidir. Bugünden yarınadır... Uzun dönemli analizi yoktur. Bu durum, iktisatçının, klasik teorisyenler tarafından en çok eleştirilen yönüdür. Lord Keynes bu eleştirilere cevap verirken, ‘uzun dönemli analiz yapmıyorum, nasılsa uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız’ der ya...

Belki en iyisi 2050’yi unutmak, nasılsa o yıl çoğumuz ölmüş olacağız; açlık ve susuzluk başkalarının problemi olacak...

Fütüroloji, Geleceği tahmin sanatı

Geleceği hesaplamak falcılık mı?

Geleceği hesaplama yöntemi falcılık değil. Aksine, belirsiz bir geleceğe hazırlık yapmak, yarının ne olacağını anlamaya çalışmaktır.

Fütüroloji ya da başka bir deyişle geleceği hesaplama yöntemi

Geleceği hesaplamak, bilimsel adıyla futurology bize oldukça yabancı bir çalışma sahası. Terim ilk kez Alman Profesör Ossip K. Flechtheim tarafından 1940’ların ortasında kullanılmış, yeni toplum ve yenidünyayı tahmin etmek için bir bilgi sahası olarak tanımlanmıştır (http://en.wikipedia.org/wiki/Futurology).

Futurology terimini Türkçeye, Geleceği Hesaplama (GH) olarak çevirebiliriz. Bu çalışma sahasında amaç, dünyanın veya her hangi bir bölgenin/ülkenin gelecekte (kısa dönemde değil, orta veya uzun dönemde) alacağı yeni şekli tahmin etmektir.

Geleceği tahmin çalışmaları temelde, bugünün dünyasında (veya her hangi bir bölgede/ülkede/sektörde) yaşanan gelişmenin gelecekte nasıl ‘realite’ olacağını analiz ederler.

Başka bir deyişle, yarın nasıl bir dünyada (ülkede) yaşayacağız sorusunun cevabını geleceğe ait hesap ve tahmin yöntemleri ile bulabiliriz.

GH çalışma sahasının üne kavuşması, uzun dönemli stratejik analiz yapan think tanklerin (düşünce kuruluşlarının) ortaya çıkması ile aynı tarihlere rastlar. Amerikan Rand Corporation (http://www.rand.org/), Stanford Research Institue (http://www.sri.com/) ve Hudson Institutions (http://www.hudson.org/
uzun dönemli analiz yapan kurumların en ünlüleridir.
Bu konuda öncü rolü üstlenen bu kurumlardan sonra benzeri fonksiyonları/misyonları üstlenen yüzlerce kurum ABD’de ve dünyanın başka yerlerinde faaliyete başlamışlardır (Bu tür kurumların detaylı listesi ve web adresleri için bakınız http://www.avsam.org/fpr/ttank.html).

Geleceği hesaplama yöntemi neyle ilgilenir?

GH, kısa dönemli parametrelerle ilgilenmez. Çünkü kısa dönemli soruların cevabı daha çok istatistik bilimi kullanılarak tahmin edilebilir.

Örnek olarak, 2008 yılında Türkiye’nin nüfusu, geçmiş yıllara ait nüfus verilerinden (en basiti ile) eğilim analizlerinden hareketle hesaplanabilir. Aynı şekilde, Türkiye’nin 2008 yılındaki kentlileşme oranı (toplam nüfus içerisindeki kentli nüfusun oranı) geçmiş yıllara ait verilere dayalı olarak hazırlanan eğilim analizinden çıkarılabilir.

Başka bir deyişle, kısa dönemli tahmin yöntemlerinin GH ile bir ilgisi yoktur.

GH, orta ve uzun dönemli analizler içerir. Örneğin, 25 yıl sonra açlık dünya için bir problem olacak mıdır, 50 yıl sonra dünya su kaynaklarının yeterliliği, 30 yıl sonra Türkiye’de nano teknoloji kullanımının yaygınlığı ne olacak vb konular GH’sı çalışma sahasına girer.

İstatistik, sosyoloji, iktisat, tarih, psikoloji, sosyal psikoloji, çevre-ekoloji, ilahiyat, biyoloji, antropoloji vb bilimsel çalışma sahalarından ve bu sahaların tekniklerinden faydalanan GH, özü itibariyle bir çok disiplinli yöntemdir.

GH, bir disiplin olarak metodolojik gelişmesini tamamlamamış, bir bilim sahası olarak ta genel bir kabul görmemiştir. Bu sebeple GH’yi tahmin sanatı olarak isimlendirebiliriz.

İyimserler – Kötümserler ve eleştiriler

Geleceği hesaplamaya çalışan analistleri kabaca iki gruba ayırtma mümkündür: iyimserler ve kötümserler. İyimser fütüristler, dünyanın uzun dönemde daha iyi, daha yaşanabilir ve daha adaletli olacağına inanırken, karamsar analistler ise dünyada problemlerin (hem yoğunluğunun hem yaygınlığının) artacağına inanırlar.

Gelecek hesapları, her ne kadar ilk kez geçen yüzyılın yarısında kullanılmaya başlansa da, uzun dönemli tahminlerin geçmişi çok eskilere dayanır (Kutsal kitaplar, GH için en güzel örnekleri teşkil ederler. Aynı şekilde, Nostradamus belki ilk GH analisti olarak kabul görebilir).

Henüz bilimsel çalışma sahası olarak kabul edilmeyen fütürolojiye yöneltilen tenkitlerden en acımasızı, yapılanın falcılık olduğu şeklindedir. Biz bu düşüncede değiliz. GH, tahminlerinde yanılabilir fakat en azından tahmin yapıp yanılmanın, ‘hiçbir şey yapılmamasından’, geleceğe ait plan ve strateji hazırlanmamasından daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, GH’nin fal olduğu fikrine katılmıyorum. Yapılan tahmin çalışması bilimsel olmasa bile, GH’sının öngörüleri, falcılık gibi tamamen ‘hissi kablel vuku’dan kaynaklanmaz.

Falcılıkta, ‘bir gün gelecek insanlar açlıktan ölecek’ öngörüsünü yaparsınız veya ‘gün gelecek Arap ülkeleri İsrail’i yenecek, İsrail Devleti’ni ortadan kaldıracak’ dersiniz.

Oysa GH yönteminde, dünya kaynaklarını, dünya demografik verilerini, çevre dengesindeki değişiklikleri inceleyerek, dünyanın kıt kaynaklarının insanlara yetmeyeceğini, insanların açlıktan öleceğini söylersiniz. İsrail için bir öngörüde bulunacaksanız da, dünyanın yaşayacağı enerji krizlerinin Arap ülkelerinin karşılaştırmalı gücünü artıracağını, bu durumun İsrail’in aleyhine gelişmelere yol açacağını, eğer bu iki kutup arasında bir savaş çıkması durumunda ise, güçlenen Arapların İsrail’i yeneceklerini, İsrail Devleti’ni ortadan kaldıracaklarını söylersiniz.

İki yaklaşım arasında ki esas fark, falcılığın mesnetsiz olması, fütürolojinin ise pek çok bilimsel disiplini kullanarak analiz yapmasıdır.

Öngörülerde Yanılgılar - Başarılar

Geleceği hesap yönteminde diğer sosyal ve pozitif bilimlerin kullanılması, fütüristlerin her zaman haklı çıkacaklarını göstermez. Aksine, yakın tarih, fütüristlerin yaptığı yığınla yanlış tahminle doludur.

Fütüroloji bir çeşit öngörü yapma sanatı olduğu için, içinde daima küçük veya büyük yanılgıları da barındırır.

18. yüzyılın sonlarında İngiliz iktisatçıları, ülkenin kömür rezervlerinin tükenmek üzere olduğuna bakıp, İngiltere’nin büyük bir kriz yaşayacağını, ülke ekonomisinin küçülmeye başlayacağını iddia etmişlerdi. Oysa İngiltere, tarihinin en büyük ekonomik ilerlemesini (bu tahminlerin aksine) 19 yüzyılın ilk yarısında gerçekleştirmişti.

Yine İngiltere’den bir örnekle devam edersek, 18. yüzyılın başlarında, Londra şehir idarecileri, çok kısa bir sürede şehrin karanlığa mahkûm olacağını, lambalara konacak yakıt bulunamayacağını, çünkü ‘balina yağının’ tükenmekte olduğunu öngörmüşlerdi. Oysa Londra tarihinin hiçbir döneminde karanlığa gömülmemiştir.

GH yönteminin falsoları sadece ekonomik tahminlerde yaşanmamış, uluslararası politika, iş dünyası, şehirleşme, savaşlar, yeni icatlar vb pek çok konuda yaşanmıştır.

Yanlış çıkan öngörülere en ilginç örnek, IBM firmasının kişisel bilgisayar satışları için yaptığı öngörü olmuştur. Bilişim sektörünün öncüleri bilgisayarın sadece bilimsel çalışmalar ve planlamalarda kullanılacağını, bu yeni icadın hiçbir zaman kişiselleşmeyeceğini söylemişlerdi.

Tüm bu örneklerin yanı sıra fütürolojinin tam isabet sağladığı pek çok alan vardır. Özellikle uzay çalışmaları sahası GH yönteminin başarı hikâyeleri ile doludur (http://abob.libs.uga.edu/bobk/ccc/cc051002.html).

Neden yanılırız, nasıl bir metot izlemeliyiz?

Çalışmaların bilimsellikten uzaklaşması en önemli nedendir. Tahmin edilmeye çalışılan konu ile ilgili analistin kendi değer yargılarını yönteme veri olarak dâhil etmesi yanılma payını artıracaktır.

Yine aynı şekilde, önemli bilgiyi önemsizden, gerekli bilgiyi gereksizden, esasa veriyi yan veriden ayırt edemeyen araştırmacı öngörülerinde yanılgı yaşayacaktır.

Ön yargı yanılgının en önemli sorumlusudur. Çalışmaya başlarken, tahmin edilmeye çalışılan konu ile ilgili 'beklenilen' sonucu baştan doğru kabul etmek hatanın gerçekleşmesi ihtimalini artıracaktır (Başka bir deyişle yanlı davranış, objektif olamama vb). Bilinçaltında veya bilinçli olarak yanlı bakma durumu, istenilen resmin gerçeğin yerine çizilmesine yol açacaktır.

Araştırmacı hem tahmin yöntemini hem de çalışmada kullandığı verileri, bu verilerin işaret ettiği trendleri zaman içerisinde sınamalıdır. Bazen önemli gözüken bir trend, analisti yanlış yönlendirip yanlış sonuçlara götürebilecektir.

GH bir planlama faaliyetinden çok senaryo çalışmasıdır. Verilere göre senaryolar hazırlanır. Tek bir senaryo yanlış öngörüyü de beraberinde getirecektir.

Bir çeşit ufuk taraması şeklinde yeni gelişmeler, yeni trendler, işaretler bir çeşit çoklu bilimsel platform olan GH’sında dikkate alınmalıdır. Bu ‘tarama’ tek sefere mahsus olmaktan çok sürekli olmalıdır.

Yeni bir gelişme veya değişim, verilerde, senaryolarda neleri değiştirir, yeni şartlar gelecekte bizi nereye götürür, gelişme ne kadar süre sonra gerçekleşir, değişme önemsiz midir ve benzeri konular mutlaka sorulması ve analize katılması gereken faktörlerdir.

Sonuçta GH bir dinamik analizdir. Senaryolar ve bu senaryolara dayalı ‘yarınlar’ sürekli yenilenir değişir.

Türkiye’nin geleceği

Yinelersek, yapılmak istenen geleceği anlamaktır, planlamak değildir. GH, salt istatistikî analiz olmayıp, değişik bilimsel tekniklerle ulaşılmaya çalışılan ‘neden-sonuç’ analizidir.

Türkiye’ye dönersek; yarın ne olacak, yarın karanlık mı olacak aydınlık mı olacak, bölgede ağırlığımız ne olacak, dünyada ki yerimiz ne olacak, yarınımızın öncelikleri ne olacak, biyo teknoloji ve yeni teknoloji sahalarında Türkiye’nin varlığı söz konusu olacak mı, enerji dengesinde yerimiz ne olacak, demografik özelliklerimiz nasıl şekillenecek, ekolojik problemler yaşayacak mıyız, enerji ihtiyacımızın karşılanmasında nükleer enerji seçimi bizi nasıl etkileyecek, uzay teknolojisinde yarınımız var mı vb (tüm bu tahmin sahalarının toplamında diyelim 50 yıl sonra nerede olacağız) sorularının cevabı falcılıkla değil ancak GH ile verilebilir.

Bu yöntemde yanılabiliriz, fakat en azından ‘bir şeyler’ yapmış oluruz.

Mevcut durumda ise bırakın gelecek senaryolarını, geleceğe ait falcılık bile yapılmıyor Türkiye’de.

--------------------------------------------------------------------------------

İlave okuma listesi



1. http://www.britannica.com/eb/topic-222952/futurology (tanım)

2. http://www.geocities.com/peterroberts.geo/future.html (fütürist sitelerin listesi)

3. http://www.wfs.org/ (fütüroloji derneği)

4. http://www.scholiast.org/futurism/

5. http://www.aleph.se/Trans/Cultural/Future/index.html (toplumsal değişimin tahminleri)

6. http://amitaietzioni.org/D37.pdf.pdf (Toffler’in 1971 tarihli klasik makalesi)

7. http://www.tomandmaria.com/st197/toffler.htm (Toffler’in web sitesi)

8. http://eric.ed.gov/ERICWebPortal/custom/portlets/recordDetails/detailmini.jsp?_nfpb=true&_&ERICExtSearch_SearchValue_0=EJ078647&ERICExtSearch_SearchType_0=eric_accno&accno=EJ078647 ( eric web portal, makaleler)

9. http://www.prospect-magazine.co.uk/list.php?subject=99 (analiz örnekleri)