04 Temmuz 2007

Avrupa'nın Hastalığı Irkçılık

‘Avrupa’nın hastalığı ırkçılıktır’. Bu teşhisi koyanlar biz değiliz, Avrupa’nın saygın araştırma kurumları ve önde gelen basın organları, Avrupa Birliği’nin temelini atan Roma anlaşmasının 50. yılı münasebetiyle yaptıkları analizlerinde afişe ediyorlar bu hastalığı.

Tam bu esnada, Hollanda Dış İşleri Bakanı Bernard Bot, bu teşhisi doğrular şekilde bir demeç veriyor: ‘Müslümanlar hoşgörüsüzdür. Onların genleri, Hıristiyanlardan farklıdır’ diyor.

Yine aynı günlerde Almanya Başbakanı Merkel, aday ülkeler arasında en sıkıntılı ‘yol haritası’ eline verilen ve kendisine haksızlık yapılan Türkiye ile ilgili olarak hiçbir dayanağı olmayan yeni bir tarih telaffuz ediyor: ‘Türkiye, belki 50 yıl sonra...’ diyerek.

Önce Merkel’den başlayalım. Almanya Başbakanı haklı. Belki 50 değil, 150 yıl sonra bile Türkiye’nin AB üyeliği imkânsız gözüküyor. Avrupa Balkan ve Doğu Avrupalı üyeleri ile birlikte, doğu sınırını tespit etmiş bulunuyor.

Avrupa Birliğinin lokomotif ülkeleri için bölgede rakip olacak iki büyük ülke söz konusu, Rusya ve Türkiye. İşte, AB eski SSCB üyesi baltık cumhuriyetlerini kabul ederek Rusya ile yine eski demirperde üyesi balkan devletlerini içine alarak Türkiye ile arasına tampon bölgeler oluşturmuş durumda.

Kopenhag kriterleri ve Türkiye’nin yol haritası ile yaşadığı değişim süreçlerini, ilaveten Avrupa Parlamentosu’nun etnik konularda bizden talep ettiklerini göz önüne alınca hem AB’nin ırkçı yaklaşımını hem de bizim üyeliğimizin imkânsızlığını anlamak daha kolay olacaktır.

AB’nin Türkiye’ye ne evet ne de hayır diyememesi ilk etapta bir dilemma gibi gözükebilir. Haksızda sayılmazlar aslında bu çelişkiyi yaşarken... Bir yandan (biz farkında olmasakta) sahip olduğumuz ekonomik ve coğrafi potansiyelimiz var. Diğer taraftan ise Avrupa’nın devleri (İngiltere, özellikle Almanya ve Fransa), birlik içerisinde kendilerine rakip olacak bir üye istememektedirler.

Türkiye’nin tüm rekabet avantajlarını bir kenara bıraksak bile birleşik bir Avrupa’daki dinamik Türk nüfusunun oransal gücü AB’nin devlerini korkutuyor olmalı.

Vazgeçememeleri sadece bizim AB’ye katacaklarımızla ilgili değil. Bunun yanı sıra Avrupa’nın bilinçaltında yaşadığı (ve kendilerinin de itiraf ettiği) ırkçılık hastalığı da bir başka engel. Eğer AB’nin ve Avrupa Parlamentosunun bazı politika önermelerini doğru okursak, Türkiye’nin ‘Yugoslavyalılaşmasına’ ne kadar istekli oldukları görülecektir. Aslında AB, Türkiye ile ilgili temin etmek istediği sonuçların bir bölümünde başarıyı çoktan elde etmiştir. Eğer Türkiye’de ‘federasyon’ kelimesi kolaylıkla telaffuz ediliyorsa, Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen petrol kanunu tasarısı ‘yugoslavca’ bir adem-i merkeziyetçiliği teşvik ediyorsa, Türkiye’nin bir coğrafi bölgesinin değişik partilere mensup milletvekilleri kendilerini, Türkiye’nin güneyinde, Irak’ın kuzeyinde oluşan bir ‘devletçiğin’ aşiret liderlerine daha yakın buluyorlarsa, evet AB politikalarında gayet başarılıdır diyebiliriz.

Hollanda Dış İşleri Bakanı Bot’un, ‘şecaat arz ederken sirkatlerini anlattığı’ demecine gelirsek... Aslında fazla söze gerek yok. Kendisine biraz tarih, bilhassa kendi tarihlerini okumasını tavsiye edebiliriz. Hollanda’nın Güney Amerika’da ki sömürgelerinde 19. yüzyılda uygulananlar, yaptıkları, kendilerinin ne kadar hoşgörülü olduklarına dair yeterli karineleri verir sanırım.

İlgilenenler için kısa bir tarih notu... Felemenk tarihçi Frey’in ağzından aktaralım:

‘Plantasyonlardan kaçan kölelere uygulananlar tam bir zulümdü. Eğer kaçış, ilk kez gerçekleşmişse, kölenin çalışmasını engellemeyecek şekilde bedeninde bir araz bırakacak işkenceler uygulanırdı (köle çalışırken sağ elini kullanıyorsa, sol eli kesilirdi). Kaçış tekrar ederse, kölenin ayakları kesilir, böylece bir daha kaçması ‘engellenmiş’ olurdu. Zavallı kaçaklar ya açlıktan ya da yaralarının bakımsızlığından ölürler, çürüyen cesetleri plantasyondaki diğer işçiler için ibret sayılacak şekilde etrafa tahammül edilmez kokular salarlardı.

Bu zulüm devam ederken, plantasyon sahibi sömürgecilerin eşleri, kölelerin eşlerine dans dersleri verir, Hıristiyanlık propagandası yapar, kendi deyimleri ile onları ‘medenileştirirlerdi’.

Hollanda sömürgelerinde medeniyetin bedeli hep zulüm olmuştur’.


Bunları biz değil, kendi tarihçileri söylüyor... Fazla söze gerek var mı?