12 Mayıs 2007

Savaşın Şirketleri

-bu yazı ilk kez 03.04.2007 tarihinde onpuntoda yayınlanmıştır-

Liberal ekonomi, piyasaların herhangi bir devlet müdahalesi olmadan kendi kendilerini düzenleyeceklerini iddia eder. Klasik ekonominin öncüsü Adam Smith bu mekanizmayı ‘görünmez el’ olarak adlandırır. Görünmez el aslında ‘fiyat’ mekanizmasından başka bir şey değildir. Onunda arkasında ‘arz-talep’ dengesi vardır.

Her ne kadar bu öngörü uygulamalarda doğrulanmamış olsa da, fiyat dışı faktörleride dikkate alarak kendini yenileyen kapitalist sistem hala dünyada kıt kaynakların dağılımı konusunda alternatif teorilere göre daha çok kabul görüyor, en azından şimdilik. ‘Görünmez el’, üstelik ekonomi haricinde, sosyal hayatın diğer sahalarında da kendini gösteriyor.

Ekonomistler her sosyal hadisenin mutlaka bir ekonomik boyutu olduğuna inanırlar. Misal, iktisat tarihçileri savaşları bile ekonomik krizlerle izah etmeye çalışırlar. Haksızda sayılmazlar aslında...

İnsanların (ülkelerin) sınırsız ihtiyaçlarına karşılık dünyanın mevcut kıt kaynakları hep bir çıkar çatışması ve bu çatışma sonucunda ortaya çıkan uluslar arası ihtilaflarla neticelenir. Hem tarihteki savaşlar hem de yaşadığımız dönemin Afganistan ve Irak savaşlarını bu mantıkla izah etmek yanlış olmayacaktır.

Ama çok önemli bir farkla... Tarihteki savaşlara toprak ihtilafları, kaynak paylaşım ihtilafları veya dini saikler sebep olurken, modern çağ savaşlarında, savaşı başlatan unsurlar görünürde ülke çatışmaları olsada, görünmeyen sebepler arasında çok uluslu şirketlerin mücadelelerini ve müdahalelerini göz ardı etmemek gerekir. İşte uluslararası politikada ki görünmez el, çok uluslu şirketler olgusudur.

Örneğin Afganistan ve Irak yeniden yapılanma programlarının galibi olan KBR şirketi... Örneğin, Irak pastasının kremasını kapan, Bechtel, Washington Group, Halliburton, Parson vb...

Amerikan kamuoyu, Irak savaşının başlangıcından bu yana, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Halliburton’ın organik ilişkisini, Bechtel ile olan dirsek temaslarını konuşuyor. Hatta komplo teorisyenleri, Irak işgalinin arkasında sadece petrolü ve petrolün ABD için önemini değil aynı zamanda dev şirketlerin Irak’ın işgali için ABD yönetimi üzerinde kurduğu baskıyı konuşuyorlar.

Irak’ın işgali öncesinde, 2003 yılında, Irak ile Rusya’nın Irak petrolleri ile ilgili yaptığı anlaşmanın savaşı hızlandırdığı ve ABD’nin, bölgeyi ve bölgenin petrol kaynaklarını Rusya’ya kaptırmamak için (kimyasal silahlar, kitle imha silahları, uluslararası terörizme destek vb) muhtelif senaryoları, Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu ve Birleşmiş Milletlerin de yardımıyla uygulamaya koyup işgali başlattığı bugün artık daha iyi anlaşılmaktadır. İşgalde Fransa’nın ve Almanya'nın devre dışı bırakılması da Irak’taki rant kavgasının bir sonucu olmuştur.

Eğer CSIS, Rand Coproration, East-West Institutions gibi Amerikan think tanklerine inanırsak, Afganistan ve Irak işgallerinin asıl gayesi ‘homeland security- ABD vatanının korunmasıdır'. Bu kurumların propagandavari çalışmalarına göre, ABD ordusu şu anda adı geçen ülkelerde, uluslararası terörizmle savaşmaktadır ve bu savaşın esas amacıda ABD’yi terörist saldırılardan korumaktır. Bu savaşlardan sadece ABD değil, tüm dünyanın terörist karşıtı ‘demokratik’ ülkeleri kazançlı çıkacaktır.

Fakat görünürdeki bu misyonun arkasına baktığımızda karşımıza farklı bir tablo çıkmaktadır. Konuyu daha iyi anlamak ve çok uluslu şirket ve savaş ilişkisini daha iyi kavramak için bazı rakamlar vermek istiyorum. İşte ABD’nin önde gelen inşaat firmalarının Irak yeniden yapılandırma programlarından aldıkları paylarla ilgili bazı kısa notlar:

Irak Yeniden Yapılanma Programı; enerji, petrol, su temini, altyapı, kamu binaları inşaatı ve çevre projeleri kapsamında değişik paketler altında ihale edilmiştir.

Programla ilgili olarak Birleşmiş Milletler, savaş sonrası yaptığı ilk değerlendirmede Irak’ın yeniden yapılanması için 82 Milyar USD’lik bir fon ihtiyacı öngörüsünde bulunmuştur. Yine savaş sonrası Madrid’de toplanan Irak Donörler Toplantısından 38 Milyar USD’lik bir fon oluşturulması kararı çıkmıştır. Bu rakamın ilk 3 etabına ait ihaleler yapılmış olup, tüm inşaat işleri ABD’li firmalara verilmiştir. Bugüne kadar Bechtel’in aldığı işler toplamı 14.3 Milyar USD’ ye, Halliburton’ın (KBR) aldığı ihale tutarı 9.2 Milyar USD’ ye ve Parson’ın aldığı işler ise 5.4 Milyar USD’ ye ulaşmıştır.

Irak’ta diğer ülke firmalarının ‘ana müteahhit’ olarak iş almalarına imkanı yoktur. Ya ABD firmalarına taşeronluk yapacaklar veya ABD firmalarının yapmaktan vazgeçip mahalli idarelere (Irak Hükümetine ve belediyelere) bıraktıkları işler için yarışacaklardır. Türk firmalarının Irak’ta yaptıkları işlerde bu kapsamdadır.

Savaş kararını veren idarenin kilit taşlarından birisinin (yandaşlarının), milyarlarca doların döndüğü bir programdan böylesi büyük pay alması sizce manidar değil midir?

Petrol şirketlerine gelirsek, örneğin şu an Irak ile ilgili adı en çok anılan Texaco – Chevron Inc.’ı ele alalım. Merkezi Texas olan şirketin en büyük ofislerinden birisi Washington’dadır. Şirket, daha çok emekli generaller ve eski parlamenterlerden oluşan bir danışmanlar ordusu ile ABD’nin başkentinde lobicilik yaparak Kerkük ve Basra petrolleri için bastırmaktadır.

Aynı durum diğer dev şirketler içinde geçerlidir. Bu lobicilik faaliyetleri, ABD’nin uluslararası politikada ki karar verme mekanizmasında önemli rol oynamaktadır. (Lobicilik demişken bir tecrübemi aktarayım. 2000 yılların başında, Orta Doğu-Türkiye sorumlusu olarak çalıştığım ABD’nin en büyük enerji şirketlerinden CMS Enterprises’ın Washington’daki ofisinin başında eski CIA başkanlarından birisi çalışıyordu. Enerji ile CIA’nın ne ilgisi var demeyin, bir nevi ‘kapalı kapılar ardında Washington’ durumu söz konusu idi).

Dikkat edilirse, burada sadece petrol ve inşaat şirketlerinin savaştan temin ettikleri fayda göz önüne alınmış, savaşın ciddi kar ve büyüme getirdiği silah şirketlerinden bahsedilmemiştir. Bu üçüncü grup savaş lobicilerini de dikkate alırsak, çok uluslu şirketlerin ABD karar verme mekanizmasındaki tesirleri daha iyi anlaşılacaktır.

Dev şirketlerin savaş lobiciliği iki koldan yürümektedir. Bir yanda bu şirketler kendi lobi faaliyetleri ile savaş taraftarlığı yaparken, diğer yandan ABD siyasi karar verme mekanizması üzerinde çok önemli role sahip olan ve ABD dış ilişkiler politikasının oluşumuna katkı yapan etkin think tankleri parasal yönden desteklemekte, tabiri caizse bu kurumların çalışmaları üzerinden dolaylı lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmektedirler.

Geçen yüzyılda ki savaşlar içinde bir savaş-şirket ilişkisi kurulabilir. Fakat Afganistan ve Irak savaşlarının eski savaşlardan farkı, sebep-sonuç ilişkisinde yatmaktadır. Eski dönem savaşlarının başlamasında ve karar verme mekanizmalarında o zamanın büyük şirketleri etkin rol oynamamışlar, I. ve II. Dünya Savaşları, şartları gereği konvansiyonel oldukları için, savaş süresince ve sonrasında büyük demir-çelik firmalarının doğmasına sebep olmuşlardı. Yani savaş lobiciliği yapan şirketlerden ziyade, savaş ekonomisinden faydalanan şirketler söz konusu olmuştu.

Bugün; büyüyen, etkinlikleri sınırları aşan şirketler, ülkelerin ve uluslar arası kurumların politikalarını belirleme gücüne sahiptirler. Küreselleşmenin ilk adımlarını atan çok uluslu şirketler, bu kaçınılmaz süreci tetiklemekle kalmamışlar aynı zamanda şekillendirmişlerdir de.

Hemen her platformda iktidar mücadelesini yürüten bu şirketlerin uluslararası arenada temsilciliğini merkezi Paris’te bulunan ‘International Chamber of Commerce (ICC)’ yapmaktadır.

Aslında tamamen bir lobicilik faaliyeti için kurulan bu kurumun asli görevi, üye ülkelerin ve uluslararası kurumların/oluşumların (Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası, NAFTA, ASEAN, AB vb) gümrüklerden teşviklere tüm yasa ve düzenlemelerini çok uluslu şirketler lehine değiştirmek, bu şirketler için ‘uygun’ yatırım ve ticaret iklimleri yaratmaktır.

Bu ‘vahşi’ kapitalist uygulamaların sonucunda oluşan fiili tablo ‘protestocular haklıymış’ isimli yazımda yer almaktadır (http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=thenewport&CId=38456). Maalesef, yeni dünya düzeninde fakirler kaybederken zenginler kazanıyor. Fakir ülkelerden zenginlere, küreselleşme ile birlikte önemli bir gelir transferi yaşanıyor.

Çok uluslu şirketlerin görünmez elleri de ‘perde arkasından’ veya alenen bu transferlerde önemli bir rol oynuyor.

Dünyada gelirin yeniden dağılımı ve adaletsizlik, kah serbest ticaretin zengin ülkeler lehine gelişen ticaret hadleri ile gerçekleşiyor kah Irak örneğinde olduğu gibi ‘zalimane’ yöntemlerle oluşturuluyor.

Böylece kapitalizm, belki tarihinde hiç olmadığı kadar vahşileşiyor ve muhtemeldir ki 18. yy İngiltere’sini yaşayan sosyologların buluşu olan ‘vahşi kapitalizm’ terimi, hiç olmadığı kadar ismiyle müsemma oluyor.

18. yy’da kapitalizmin vahşeti, emek piyasası şartlarının zorluğundan ve emekçilerin güçsüzlüğünden, madenlerde çocuk işçi çalıştırılmasından, iş gücünün örgütlenme ve pazarlık hakkının olmamasından, sermayenin üretim fonksiyonundaki tek belirleyici olmasından kaynaklanıyordu.

Bu yüzyıldaki vahşet ise, gelişen sosyal devlet olgusuna ve emek piyasası aktörlerinin artan nispi gücüne rağmen, savaşın ve savaşın arkasındaki çok uluslu güçlerin (teoride ki mükemmel tabiri kullanırsak) ‘animal spirit – hayvansal dürtülerinden’ kaynaklanıyor.

Bu tablo ortada iken Irak savaşına ‘şirket savaşları’ demek yanlış mı olur?