08 Mayıs 2007

KERKÜK'TE OLDUBİTTİYE DOĞRU

Kerkük’te Son Durum

Kerkük’te sona doğru yaklaşılıyor, bir oldubittiye doğru hızla gidiliyor… En son ABD Dış İşleri Bakanlığı görevlisi Barbara Stevenson, Kerkük’ün statüsünün mutlaka Irak Anayasası çerçevesinde (Anayasanın 140. maddesinin düzenlediği kapsamda) belirleneceğini söylemişti. Stevenson, bu sözlerine ilave olarak ABD’nin referandumun 2007 yılında yapılmasına istekli olduğunu da belirtmişti.

140. Madde, Kerkük normalleştikten sonra yapılacak bir referandumu işaret ediyor. Oysa mevcut durumda Kerkük’e yerleştirilen 650 bin Kürt ve şehirden uzaklaştırılan 100 bin dolayında ki Arap ve Türkmen söz konusudur.

Bu durumda referandumdan önce sağlanacak normalleşme, öncelikle bu demografik faşizmi durdurmalı, daha sonra Kerkük’te eskiye dönüşü sağlanmalıdır. Referandum ancak bu şekilde sağlıklı ve adil olabilir. Bu şartlar altında da 2007 yılında referandumun yapılması hemen hemen imkânsız gözükmektedir. Fakat ABD’nin Orta Doğu oyununu iyi takip edenler için her an bir oldubitti kararın çıkabileceğini kestirmekte güç değildir.

Musul Nasıl kaybedildi?

Kerkük’ün başına ne geleceğini anlayabilmek için birde Musul örneğine bakmak gerekir. Umarım Musul vakası (henüz Stevenson’un sözlerine cevap bile vermeyen) Türk Dış İşlerine örnek olur.

I. Dünya savaşı sırasında Musul, Skyes-Picot anlaşması ile Fransa’ya bırakılır. 25 Nisan 1920 San Remo Konferansı ile de İngiliz nüfuz bölgesine girer. Sevres Anlaşması sonrası malum gelişmeler 28 Ocak 1920 tarihli Misak-ı Milli sınırlarının tespiti ile neticelenir. 23 Nisan 1920 tarihinde Misak-ı Milli sınırlarının içerisine Musul’da dâhil edilir. Millet Meclisi, ‘Mondros mütarekesinden önce’ işgal edilmemiş olan Musul’u, Türk sınırları içerisinde kabul eder. Bu durum Ankara Hükümeti tarafından Lozan’da da uluslar arası sahada belgelenir.

Lozan öncesinde, Türk ve İngiliz heyetleri Musul’u görüşürler fakat bir neticeye varılamaz. Lord Curzon başkanlığındaki İngiliz heyeti, Lozan’da ısrarla Musul’un yeni Irak devleti sınırları içerisinde kalmasını ister. Curzon, Lozan kapsamında anlaşmaya varılamaz ise konunun Milletler Cemiyeti’ne götürüleceğini deklare eder.

Türk heyeti başkanı İsmet İnönü, Lord Curzon’un, Musul’un Arap olduğuna dair öne sürdüğü tüm iddiaları çürütür. Türkiye’nin en önemli tezi, Musul’da var olan Türkmen nüfusun (İngilizler tarafından) iddia edildiği gibi 66.000 değil, 146,960 olduğu, Arapların ise Musul nüfusunun %30’unu teşkil ettiğidir. İlave olarak iktisadi açıdan Musul, Güney Doğu Anadolu’ya bağımlıdır ve şehirde yaşayan Kürtler kendilerini Türklere daha yakın hissetmektedirler.

Lozan’da bir anlaşmaya varılamaz, Türk ve İngiliz heyetlerinin konferanstan sonraki bir yıl içerisinde müzakerelerle konuyu çözmeleri hususunda anlaşılır. Lozan anlaşmasının 3. maddesinin 2. fıkrasına şu ifade konulur:

‘Türkiye ile Irak hududu; Türkiye ile Büyük Britanya’nın tayin edecekleri heyetler arasında dokuz aylık bir süreçte müzakere edilecektir. Eğer tayin edilen sürede bir ihtilaf olursa, konu Milletler Cemiyetine havale edilecektir’.

Tüm bu gelişmeler, Lozan’da Musul’un kaybedilmediğini, aksine Türkiye’nin çok kuvvetli şekilde konferanstan ayrıldığını göstermektedir. Anlaşıldığı üzere iki tarafın heyetleri konuyu Haliç Konferansında ele alırlar. Haliç toplantıları 19 Mayıs 1924’te başlar. Türk heyetine Fethi Okyar başkanlık etmektedir. İngiliz heyetinin başkanı Percy Cox’tur.
Toplantılarda, Türkiye Lozan’daki iddialarında ısrar ederken, İngiltere konuyu sürüncemede bırakmak isteyen bir yol izler. Bu gelişme üzerine Türk heyeti Musul’da bir plebisit-referandum yapılmasını önerir.

Bu görüş (henüz Kerkük vakasında olduğu gibi alt yapı hazırlanıp, nüfus hareketleri planlanmadığından, Musul’un tapu kayıtları imha edilmediğinden) İngiltere tarafından şiddetle reddedilir. Ret edilme nedeni Musul ahalisinin cahil olması gibi sudan ve temelsiz iddialardır.

İngiltere bu esnada, klasik şark politikalarının araçlarını kullanmaya başlar. Önce kendi elini kuvvetlendirmek ve Musul konusunu sulandırmak için Hakkâri’nin Irak’a verilmesi gerektiğini öne sürer. Bölgede bazı karışıklıklar İngiltere tarafından planlanır. Bazı Arap ve Kürtlerin, Diyarbakır ve Mardin’e saldırıları desteklenir. Bu faaliyetler kapsamında, İngiliz destekli (Mardin’in dağlık bölgelerinde yaşayan) Marunîler ayaklanır, yine 4 Mayıs 1924 tarihinde Kerkük’te (İngiltere tarafından silahlandırılan) Ermeniler, Türkmenlere karşı saldırıya geçerler.

Bu esnada, Haliç konferansındaki anlaşmazlık üzerine, Milletler Cemiyeti, Musul konusunda karar vermek üzere tarafsız devletlerin oluşturacağı bir komisyonun kurulup çalışmasını kararlaştırır. Komisyon, Kont Teleki (Macar), A. Pouis (Belçikalı) ve A. Wirsen (İsveçli) delegelerden oluşturulmuştur. Türkiye bu komisyonun tarafsız olmadığını belirterek alacağı tüm kararları ret edeceğini bildirir. Bu kararın akabinde, Türk Birlikleri Diyarbakır ve Mardin yörelerinde İngiliz desteği ile mevziler kazanan Arap-Kürt birliklerine saldırıp, Musul hariç Misak-ı Milli sınırlarını yeniden tesis ederler.

Komisyon, 16 Temmuz 1925 tarihinde raporunu Milletler Cemiyetine teslim eder. Cemiyet, rapora binaen, Musul’un Irak sınırları içerisinde kalacağını (Brüksel Hattı diye adlandırılır) ilan ederek, son kararı vermek üzere Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’nı görevlendirir. Türkiye bu kurulun çalışmalarını boykot ederek, İngiltere’ye Musul için hiçbir oldubittiyi kabul etmeyeceğini bildirir.

Beklenen Son ve İngiliz Politikaları

Adalet divanı, Cenevre Komisyonu’nun kararını aynen kabul ederek, Musul’u Irak’a bıraktı, Irak’taki manda yönetiminin 25 yıllığına uzatılmasını kabul etti. Türkiye, karara sert tepki gösterirken, uluslar arası arenada yalnız kaldı. Mücadelesi sadece (İngiliz sömürgesi) Hindistan’dan destek gördü. Maalesef Türkiye’nin tepkisi iç ve dış bazı gelişmeler yüzünden etkisiz kaldı.

Özellikle, İngiltere ile savaş pozisyonunun alındığı 1925 Şubatında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin içine dönmesini, Musul’u unutmasa bile ihmal etmesine yol açtı. Şeyh Sait isyanı Türkiye’nin Musul tezlerine büyük bir darbe vururken, İngiltere’nin usta diplomasisinin bir kez daha Orta Doğu’da kazanmasına yol açmıştır.

Zamansız Cinayetler

Bu noktada Kerkük’e ve 2007 Türkiye’sine yeniden dönersek; Kerkük’ün Türkiye’nin ilk gündem maddesi olduğu günlerde yaşanan Hrant Dink cinayetini, K. Irak’a askeri operasyonun kaçınılmaz olduğu söylemleri arasında işlenen Malatya cinayetlerini yeniden yorumlamak gerekir diye düşünüyorum. Ne komplo teorileri kuralım, ne de katliamlara basit adli vaka muamelesi yapalım. Sadece görünürün arkasındakini görmeye çalışalım.

Bilelim ki, Kerkük için, Orta Doğu için, K. Irak için karşılıklı oynadığımız aktörler masum da değildir, aptal da…