08 Mayıs 2007

Seçim, Comte-Durkheim seçimi

Sosyoloji ne der?

Toplumsal dualite (http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=thenewport&CId=45803) bir gerçek. Herkes iki ayrı Türkiye’den bahsediyor. Peki, ne yapacağız, toplumun fay hattını nasıl tamir edeceğiz?

Konu, sosyolojinin sahasına giriyor. O zaman bu disiplinden yardım almaya çalışalım.

Kuşkusuz bugün dünyada ki sosyologları kabaca ikiye ayırmaya kalksak bir bölümünün Marx’a (klasik, neo-klasik, revizyoncu vb her türlü akımına) inandığını, bir kısmının da Weber’e inandığını görürüz. Toplumsal analizler temelde bu iki akımın etkisinde kalırlar.

Marx iyimserdir. Her sorunun çözümü devrimde yatar. Devrim bir çeşit sihirli değnektir. Marx’ta vaatler vardır, mutluluk reçetesi vardır. Arayan cenneti bile bulabilir O’nun analizlerinde ve önermelerinde.

Üstelik okunması zor olsa bile anlaşılması kolaydır Marx’ın tuhaf bir şekilde. İsteyen istediği reçeteyi bulur Marx’ta. Bir çeşit (her ne kadar da kendisi dinin afyon gibi insanları uyuttuğunu, uyuşturduğunu söylese de) bir çeşit dindir O’nun öğretileri. İnanacak ve uygulayacaksınız, sonuçta cennete gitmeniz garantidir.

Weber, daha soğuktur. Okunması da anlaşılması da zordur. Çetrefilli analizlerinin çıkarımları tamam her şeyi çözdüm dediğiniz anda sizi alır yeniden başa döndürür. Birde, Weber’in mutluluk reçeteleri de yoktur. Umut yoktur Weber’de, dolayısı ile devrim de yoktur.

Marx mı haklı Weber mi?

Marx ve Weber iki zıt kutuptur, sosyal değişmeye ve toplumsal kırılmalara farklı gözle bakarlar.

Marx insanlığın geleceğine parlak bir şema çizerek bakar. Her toplumsal sorun, aslında çözümün bir parçasıdır. Dedik ya, O, kendi fikrini benimseyenler için bir cennet vaat eder.

Weber, aksine, kuru üslubu ile çok uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra anlayabildiğimiz hipotezleri ile ümitsizlik ve çözümsüzlük verir. Her şeyi olduğu gibi bırakmak gerekir Weber’e göre.

Kendi ifadesi ile ‘bayrak kaldırıp sokağa fırlamakla bugünden yarına değiştirebileceğimiz bir şey yoktur’. Toplumlar devrimlerle değişmez. Zorlama ancak geçici değişiklikler getirir. Mesela, devrim, mülkiyeti alıp bir sınıftan diğerine verir ama üretim biçimi değişmemiştir, her şey eski tas eski hamamdır.

Weber, acımasızdır. Toplumsal değişme şekilde değil, zihniyette olmalıdır. Zihinler değişmeden, sokaktaki devrim başarısız olacaktır. Her zorlama daha çok kırılmayı, daha çok ayrışmayı getirecektir. İlave olarak, ‘bir gece içinde insanların kafalarının silahla değişmeyeceğini’ anlatır. Jakobenliği kökten reddeder. İnsan değişmeyeceğine göre, değişmesi zor ve zaman alıcı olduğuna göre, insanların oluşturduğu toplumda kolay kolay değişmez. Değişim çok zordur.

Bu iki önemli filozofun çatışmasında, Marx slogan ve manifesto seviyesinde meşhur olmadı sadece. Umut veren, mutluluk vadeden söylemleri Weber’e göre daha çok taraftar buldu. Birisi unutuldu neredeyse, diğeri 20. yy’da ilah sıfatına layık görüldü.

Geçen yüzyılın penceresinden bakınca Marx haklıydı diyebiliriz. Özgürlüklerini kazanan milletler O’nun devrim kelimesinin tılsımı ile hareket ettiler. Bu yüzyılın başına geldiğimizde ise Weber sanki daha haklı gibi geliyor.

Değişimin zorluğunu (farklı olduğumuzu) kabul edelim

Önce Rusya’dan bir örmekle gidelim (örneği aklımıza Yeltsin’in cenaze merasimi getirmişti). Stalin döneminde, Kızıl Meydan’daki Merkez Kilise yıkılır yerine spor salonu yapılır. Gorbaçov döneminde spor salonu yıkılarak, anılan kilisenin yeniden inşası başlar. Yeltsin inşaatı tamamlar ve geçmiş rejimden ders almak istercesine şaşalı bir törenle açılır kilise. İşte Yeltsin’in cenaze töreninin yapıldığı kilise o kilisedir, Ortodoks Rusların, Marksizm’den intikam alma gözüyle baktığı ve inşaatı iki kez sabotajla engellenmeye çalışılan kilise.

Bir sembol bu olay. Fakat Marx’ın tüm öngörülerine muhalif olarak kaybolmayan, yok olmayan dinin, değişmeyen (zorla değişmeyen) toplumun göstergesi.

Bizim yaşadıklarımızda çok farklı değil. Toplumun kırılımı bu noktada duruyor aslında.

Jakobenizm hiçbir yerde başarıya ulaşamamış. İyi niyetli de olsa…

Bizde anlamalıyız artık, toplumlar değişimi hazmetmeden kabullenemiyorlar.

Bizde kutuplaşmanın tarihi neredeyse iki yüzyıl öncesine dayanır. Modern ve yeni Osmanlı peşindeki aydınlar Auguste Comte’u örnek alırlar. Comte’un aydınlanma felsefesi ithal edilir ülkeye. Jön Türkler bu sebeple ‘pozitivisttirler’. Bunların karşısında gelenekçi kesim, Durkheim’den etkilenir. Özellikle Durkheim’in ‘din hayatının ilkel şekilleri’ isimli kitabı İslamcı aydınları, ‘Sosyal İş Bölümü’ ise milliyetçi-Türkçüleri (Ziya Gökalp gibi) tesiri altında bırakır.

Yaklaşık iki yüzyıldır bizi etkileyen, derinden sarsan toplumsal ikiliğin temelinde bu iki akım vardır. Hala da öyle değil mi? Comte’cular Ankara’da, Çağlayan’da meydandadırlar. Durkheim’ciler daha pragmatiktirler ve Cumhurbaşkanı seçimine kilitlenmişlerdir.

Önümüzdeki seçimde (bölük parça unsurlar bir kenara bırakılırsa) yine Comte ile Durkheim’in seçimi olacaktır.

Bunu bilelim, değişimin zor olduğunu kabul edelim, jakobenliğin çalışmadığını anlayalım… Çok şey kazanırız inanın… En azından karşımızdakilerin düşman olmadığını anlarız, yetmez mi?