12 Mayıs 2007

Amerikada İsrail Tabusu

bu yazı 07.04.2007 tarihinde onpuntoda yayınlanmıştır-

Amerika kamuoyunda musevi lobisinin etkisine girmeyen kesim ile ABD’nin Irak’taki başarısızlığını sorgulayanlar bugünlerde şu sorunun cevabını arıyorlar. Orta Doğu’da gerçek patron kim? ABD mi yoksa İsrail mi?

Amerika’da İsrail ile ilişkileri tüm boyutları ile tartışmak neredeyse bir tabudur. ABD’nin İsrail’e yaptığı doğrudan yardımların tutarı, ülkenin Orta Doğu’da tamamen İsrail güdümüne girmesi, İsrail’in ABD’nin politika açılımlarını etkilemesi ve tek taraflı şartsız destek gibi konuları eleştirmeniz bir yana tartışmaya açmanız bile şiddetli ve yıkıcı bir muhalefetle karşılaşabilir.

Konuyu biraz daha açmak için öncelikle ABD’nin İsrail’e yaptığı ekonomik yardımları inceleyerek başlayalım. ABD’nin her yıl İsrail’e (yardım yaptığı diğer devletlerle mukayese edilemeyecek miktarda) ekonomik katkısı söz konusudur. İsrail artık (gerek OECD gerekse BM sınıflandırmalarına göre) sanayileşmiş ülke sayılsa bile (2006 yılı verilerine göre İsrail’in gayri safi yurtiçi hasılası İspanya ve Güney Kore’nin gelir seviyelerine eşittir) ABD’den her yıl 3 milyar dolarlık yardım almaktadır.

ABD yardımının büyüklüğünü daha iyi anlamak için, yardımın kişi başına düşen tutarına bakmak daha açıklayıcı olacaktır. ABD’den İsrail’e aktarılan kaynaktan her İsrail vatandaşına yıllık 500 dolar düşmektedir ki bu miktar Hindistan’ın kişi başına gelirine neredeyse eşit olup, Bangladeş’in kişi başına milli gelirinin ise neredeyse iki katıdır. Ekonomik yardım avantajının yanı sıra, İsrail, ABD ile yaptığı ikili (çok özel şartlara sahip) anlaşmalar sayesinde avantajlı teknoloji transferi ve ticaret önceliklerine haiz olmaktadır. ABD Kongresi ve alt komite raporlarına göre, İsrail’e tanınan tek taraflı avantajların sebepleri stratejik unsurlar ve İsrail’in bekasının sağlanmasıdır.

Bu açıklama ABD kamuoyunun önemli bir bölümü tarafından muteber görülmektedir. Aklı selim sahibi bazı politikacılar ise (örneğin Kongre’nin eski azınlık lideri Richard Gephart gibi) ABD’nin İsrail’e karşı gösterdiği cömertliğin ve yaratılan siyasi ve diplomatik avantajların İsrail’in varolması ile açıklanamayacağını iddia etmektedirler. ABD’li ünlü dış politika uzmanı Zbigniew Brzezinski’de, İsrail’in soğuk savaş döneminde ABD için hayati öneme sahip olduğunu ama Orta Doğu’nun yeni konjonktüründe artık İsrail’in hem öneminin azaldığını hem de İsrail’in yok olması riskinin ortadan kalktığını belirtmektedir.

Benim değerlendirmelerime göre de Brzezinski haklıdır. İsrail’i haritadan silmek amacını taşıyan aşırı Filistinli grupların ve İran Devlet Başkanı Ahmedinecad’ın sesli olarak dile getirdiği bu düşüncenin gerçekleşmesi imkansızdır.

Bu gerçek göz önünde iken, İsrail’in, ABD’nin sınırsız destek ve yardımlarını kullanarak Filistinlilere karşı uyguladığı zorba tavır ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını engellemesi ABD’de bundan böyle daha çok çatlak sesin çıkmasına yol açabilir.

Mevcut durumda İsrail’i, ABD’nin doğru adımlar atmasını engelleyen bir ayak bağı gibi veya Orta Doğu’nun gerçek patronu gibi görmek daha doğru olacaktır. Bu durumda da ABD, Orta Doğu’da ancak taşeronluk yapmaktadır. Bu tezimizi desteklemek için konunun uluslar arası politika ile ilgili kısmına biraz açmak ve özellikle ABD’de aktif olarak faaliyet gösteren Musevi lobisini daha yakından tanımak gereklidir.

İsrail’in ABD dış politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendirmesinin ardında Musevi lobisi vardır. ABD’deki etkin Yahudi grupları bu tek taraflı ve şartsız desteğin mimarlarıdır. Musevi lobisi, aralarında çokta kuvvetli bağlar olmayan şahıs ve organizasyonlardan oluşur. Lobi sadece Musevilerden oluşmaz, özellikle Avangelist Hıristiyanlardan çok sayıda destekçisi vardır.

Tüm Museviler lobi içerisinde yer almaz, hatta zaman zaman aralarında değişik konularda ihtilaflarda görülebilir (örnek olarak İran’ın düzenlediği ‘Yahudi soykırımının olmadığını’ ispatlamak amacıyla toplanan uluslar arası konferansa bazı ABD’li Musevilerin katılması gösterilebilir). Musevi lobisinde bir liderlik mekanizması olmadığı gibi merkezi bir otoritede yoktur. Koordineli olarak çalışmaya özen gösteren İsrail taraftarı gruplar ve kişiler, temelde ABD politikalarını Musevi çıkarları lehinde şekillendirmeye çalışırlar.

Amerikan siyasetinde varlıkları hukuki olarak kabul gören lobicilik organizasyonları aslında (ABD siyasi terminolojisini kullanırsak) politik ‘çıkar’ gruplarını oluştururlar. Lobiciler, ABD Kongresi ve alt komitelerinde yürüttükleri çalışmalar ile bir yandan ABD politikasını şekillendirirken öte yandan da İsrail’in zorbalıklarının sempatik görünmesini sağlarlar. Lobi, politikacıları maddi olarak destekleyip kendisine bağladığı gibi, seçmen bazında ve kamuoyunda var olan etkinliğini kullanarak politikacıların İsrail safında yer almalarını sağlar.

Mevcut Amerikan yönetimine hakim olan neo-con’ların (neo-conservatives-yeni muhafazakarlar’ın kısaltması) lobi ile organik ilişkileri mevcuttur. Neo-con’ların, ABD’nin Irak’taki başarısızlığı üzerine artan eleştirilerden yeteri kadar etkilenmemeleri de yine lobi faaliyetleri mümkün olmaktadır.

Lobi kitaplar çıkarır, dergi ve gazetelere nüfuz eder, mektuplar yazar, önemli düşünce kuruluşlarını finanse eder ve değişik propaganda tekniklerini kullanarak kamuoyu oluşturur ve politikacıları, İsrail’e gösterilen kayıtsız şartsız desteğin aynı zamanda ABD lehine olduğuna inandırmaya çalışır. Neticede İsrail için uygun hareket alanı ve kamuoyu oluşturulur.

Bu pozitif çalışmaların yanı sıra birde, karşı grup olarak adlandırılabilecek olan kesimlerden çıkan ‘çatlak’ seslerin susturulması da yine lobinin faaliyetlerindendir. Bu kesimler (İsrail karşıtları) ve görüşleri bastırılır ve sindirilir (Lobi karşıtı görüşler daha çok demokratların içerisinde yer almaktadır. Fakat ABD siyasetinde İsrail karşıtı siyasetçilerin neredeyse var olma şansı olmadığından, ülkede başkanlık seçimlerinde gerçekleşebilecek muhtemel bir iktidar değişikliğinin de çok şey fark ettirmeyeceği kolaylıkla öngörülebilir).

Lobinin en etkin organizasyonu, Amerikan-İsrail İlişkiler Komitesidir (AIPAC – The American-Israel Public Affairs Committee). ABD siyasetinin ana aktörleri olan Demokratlar ve Cumhuriyetçiler önemli ölçüde bu komitenin etkisi altındadır. Komitenin ‘misyonunda’ yığınla ifade yer almaktadır. Fakat asıl kuruluş gayesi ABD’nin Orta Doğu politikasının şekillendirilmesidir.

İşte Senatör Richard Gephart, AIPAC’ın günlük uyguladığı sıkı takip politikası ile Kongre üyelerini marke ettiğini, bu markajın olmaması durumunda ABD’nin Irak işgalinin gerçekleşmeyebileceğini iddia etmektedir.

Önemli bir Orta Doğu uzmanı olan dostumuz Michael Rubin’de neo-con’ların ve kararlarının arkasında lobiyi görür ve eğer Musevi lobisinin dahli olmasa Irak savaşının hiç başlamayabileceğini söyler. Zbigniew Brzezinski’de lobinin savaşa katkısına inanmaktadır, fakat Rubin’den tek farkı 11 Eylül’ün lobinin elini güçlendirdiğini, bu sayede Başkan Bush’un ve Başkan Yardımcısı Cheney’nin ikna edildiğini iddia eder.

Öngörüme göre; Irak’taki işgalden sonra, lobinin yeni hedefi İsrail’in, bekası ile ilgili Orta Doğu’da en büyük tehlike olarak gördüğü İran'dır. İsrail kendi nükleer gücü ve konvansiyonel yeteneğine karşın, İran’ın nükleer güce ulaşmasını istememekte ve engellemeye çalışmaktadır. Bunun sonucunda da, İran-ABD ilişkilerinde İsrail’in düşünce tarzını ve gayelerini rahatlıkla görebiliriz.

Dünyada, ABD ve İsrail dışında İran’a askeri müdahale opsiyonu seslendiren ülke yoktur. AIPAC ise bu fikri her platformda seslendirmektedir. Irak’ın işgalini savunan neo-con’lar ve AIPAC bu kez İran için bastırmaktadır. Bu politika ise İsrail’in ve ABD’de etkin olan Musevi lobisinin tesiri ile şekillenmektedir.

Sonuç olarak; lobinin röntgenini, bölgemizde yaşanan gelişmelerle üst üste koyunca, gerçek patron daha net şekilde ortaya çıkmaktadır. Bölge ülkeleri açısından işin kötü tarafı ise ABD’de gelecek başkanlık seçimlerinde iktidarın Demokratlara geçmesinin de tabloyu pek fazla değiştirmeyeceği gerçeğidir.

Evet, neo-conlar iktidarı kaybedebilirler, fakat AIPAC tüm gücü ile Kongreyi ve ABD karar alma mekanizmalarını etkilemeye devam edecektir. Patron değişmeyecek ve muhtemelen taşeron, patronun yönlendirmesi ile Orta Doğu’da yeni politikalar uygulamaya koyacaktır.