20 Haziran 2007

Şehitler Gül Kokar

1994 yılının kış günleri... Bingöl’deyim, askerlik görevimin son sekiz aynı geçireceğim Mekanize Tugay Karargâhındayım... PKK terörünün zirvede olduğu dönem... Açıkçası bölgede inisiyatifin kanlı terör örgütünde olduğu yıllar...

Hatırlatmak için söyleyeyim, Bingöl Mekanize Tugayının görev sahası; PKK’nın Bingöl-Elazığ karayolunda silahsız 33 Mehmetçiği kurşuna dizdiği bölgeyi, Bingöl’ün ilçelerini, Bingöl-Tunceli arasındaki meşhur dağlık bölgeyi kapsıyordu.

Görevim, bir çeşit geri hizmet sayılabilirdi. Günlerim bilgisayar başında, Tugay’ın harekâtları için planlama hazırlıkları ile geçiyordu. İşte ben Bingöl’de, o dönem anladım ki şehitler gül kokarmış, gül gibi kokarmış.

Tugayda operasyona gidecek Mehmetçikler geceden başlardı hazırlığa. Şafakla beraber yola çıkarlardı. Her bölüğe mensup askerler, kendi bölük binalarının önünde üzerlerinde kamuflaj kıyafetleri, teçhizatları ile bilerek ve gülerek giderlerdi ölüme ve operasyona.

O kış sanki her zamankinden daha çok yağmıştı kar. Her yer beyazdı, ne toprak görülebilirdi kardan neredeyse ne de binalar...

Kış aylarında Mehmetçiğin kamuflajı beyaz olurdu, kefen misali... Tıpkı Alparslan’ın Malazgirt Savaşından önce giydiği beyaz elbise için, bu benim kefenim aynı zamanda, eğer kaderde ölmek, şehit olmak varsa beni bu elbise ile gömün dediği gibi, Mehmetçikler kefen misali kamuflajları içerisinde sıralanırlar ve bir mukaddes tören düzenlenirdi her operasyondan önce bölük binalarının önünde.

Kimseyi diğerinden ayırt etmek mümkün olmazdı... Ne subayı askerden, ne bir askeri diğerinden... Hepsinin yüzünde anlatılmaz bir ifade, içlerinden birisinin veya birkaçının şehit olacağını bilerek korkusuzca giderlerdi göreve; vatan için, bayrak için...

Ne mutlu ki bilmezlerdi hiç birisi, onların sayesinde bu vatanda yaşayan birilerinin kendilerinin kanı üzerinden, canı üzerinden kanlı bir siyaset yaptığını... Ne mutlu ki onlar okumazlardı o aydınların yazılarını, kitaplarını... Eğer okusalardı, belki helal etmezlerdi haklarını bu truva atlarına, bu yabancı oyuncaklara...

Operasyona giden Mehmetçiklerle helalleşen geride kalan bizler, biraz buruk arkalarından bakardık onların; kıskanarak çoğunlukla, birazda şehadetlerinde üzülecek ailelerini düşünerek...

Bana mı öyle gelirdi yoksa gerçekten öyle mi olurdu bilmem ama hepsi daha heybetli olurdu beyazların içinde. Daha bir sakin, daha bir vakur ve daha bir insan...

Aynı kış karargâh binasında çalışırken, yine bir şafak vakti uğurladığımız Mehmetlerin içinden bazılarının şehit olduğunu tugayın helikopter pistine arka arkaya inen apaçi helikopterlerden anladım. Hızla, koşarak piste gittik. Birazdan ambulanslar da yaklaştı piste. Helikopterlerden 3 şehit, 2 yaralı indirdik, bir akşam vakti, her yer beyazken ve hala kar atıştırırken...

O anı anlatmak gerçekten mümkün değil, hele o psikolojiyi anlatmak hiç mümkün değil. İçinizi korkunç bir istek sarar, elinizde silah o an dağda olmak istersiniz... Mehmetin öcünü, Mehmetlerin öcünü almak istersiniz... Vurulup tertemiz alnından şehit olan Mehmetçiklerin karşısına çıkamayıp, kurduğu kahpece tuzaklarla, aslında görünürde Mehmeti öldürmüş ama gerçekte onlara Firdevsin en tatlı şerbetini içirmiş hainlerle karşılaşmak, hesaplaşmak istersiniz...

O gece Bingöl Devlet Hastanesinde sabahladık. Mehmetlerden bir bölümü kan vermek için gelmişti hastaneye... Bazı Mehmetlerse şehitlerin can dostuydu, onlarda arkadaşlarını uğurlamaya gelmişlerdi.

Şehit düşen 3 Mehmetçiği ziyaret etmek ve ihtiyaçları olmasa bile dua etmek için Karargâh Tabur Komutanı ile birlikte hastanenin bodrum katına indik, şehitlerden birisinin bulunduğu odaya geldik. Odanın kapısında şehidin arkadaşlarından, aynı bölükten bir Mehmet nöbet tutuyordu.

İçeri girdik. Eğildim, o gün, vatanı için, namusu için, bayrağı için şehit olan Mehmetin yüzünü açtım. Hala unutmadım, unutamam. Sarı saçları ile yüzünde, başından aldığı yaradan dolayı kurumuş kan izleri olan, o güzel yüzünde hala operasyona giderken şafak vakti takındığı vakur, mağrur ve gururlu ifade bulunan Mehmeti alnından öptüm. Başucunda Tabur Komutanı ile birlikte dua ederken aklıma annesi geldi önce nedendir bilmem. Sonra annesinin kucağındaki küçücük masum hali geldi Mehmetin. Hani yeni doğmuş bebeklerin kibrit çöpü misali parmakları olur ya, işte şehidimin o hali geldi sonra. Kim bilir nasılda özlemiştir anasını dedim, ağlamak o şehide saygısızlık olur diye ağlamadım, ağlayamadım. Sonra babası geldi, ilkin şahadet haberini alınca üzülecek yıkılacak, ama şehit babası sıfatını ölünceye kadar gururla taşıyacak bir baba belirdi gözlerimin önünde... Sonra diğerleri; kardeşler, ağabeyler, ablalar, diğer akrabalar...

İşte o an anladım ki şehitler gül kokarmış, belki güller şehit kokarmış... O Mehmetde gül kokuyordu; ölüm ve ölünün malum kokusu yoktu orada yatan bedende. Aksine içinize çekmek isteyeceğiniz, gıptayla koklayacağınız bir Firdevs kokusu vardı Mehmetimde ve diğer Mehmetlerimde…

Yine acı düştüğü yeri yakacaktı; umutlar ve hayaller, acının yaktığı evde, tıpkı yangın sonrası kolay kolay bir daha yeşillenemeyen topraklar gibi kara ve kuru bırakacaktı yürekleri. Yine birileri bu Mehmetlerle, bu Mehmetlere tuzak kuranları aynı kefeye koyacaktı. Yine kirli siyasetin kirli Truva atları konuşacaktı utanmadan, arlanmadan...

Yüzünüze tükürülecek adamsınız demişti ya birisi onlara… Aslında tükürmeye bile değmeyecek, adam bile olmayan müsveddelerdi onlar…