30 Mayıs 2007

2050 Senaryoları

Fazla nüfus sonumuz mu olacak?

Bizim gündemimizde yok fakat dünya ekolojik dengeyi tartışıyor...

Henüz ‘küresel ısınmanın’ gerçekten ‘küresel bir problem mi’ yoksa abartılan bir kavram mı olduğu konusunda bir ittifak oluşturamayan bilim adamları bu kez fazla nüfusun dünyanın sonu olup olamayacağını araştırıyorlar.

Bu sorunu ilk olarak ciddi bir hipotez şeklinde Thomas Malthus yaklaşık 200 yıl önce ortaya atmış, dünya kaynaklarının artan nüfusu besleyemeyeceğini öne sürmüştü. Geçen zaman Malthus’u haksız çıkarmış, özellikle 1960’larda yaşanan ‘yeşil devrim-zirai devrim’, dünya kaynaklarının yeterli olacağına dair bir kanının oluşmasına sebep olmuştu.

Neo-Malthusçular

Bu kez, iki yüzyıl sonra, Neo-Malthusian’lar hemen hemen aynı iddialarla ortaya çıktılar. Malthus, artan nüfusun beslenemeyeceğini ve bu durumun bir çeşit doğal seleksiyona yol açacağını iddia etmişti. Onu takip eden akademisyenler (Yeni Malthusçular) ise artan nüfusun sadece besin yetersizliği sorunu yaratmayacağını, beraberinde getireceği daha fazla tüketim, daha fazla karbon dioksit emisyonu, su kıtlığı, artan enerji maliyetleri ve düşen üretim kapasitesi ile yakın zamanda gezenin yok olacağını iddia ediyorlar.

Bu görüş sadece Malthusçular arasında değil aynı zamanda klasik iktisatçılar arasında da taraftar toplamaya başladı. Ünlü iktisatçı Jeffrey D. Sachs bu görüşü en son BBC’nin Reith Lectures konferanslarında dile getirdi.

Earth Policy Institute’den Lester Brown, NFU’dan Darrin Qualman , Columbia Üniversitesi bünyesinde kurulan Earth Institute ve Birleşmiş Milletler Millenium Project araştırmacıları Malthusçuların en önemli destekçileri durumundalar.

Nasıl bir dünya bizi bekliyor?

Bu görüşe göre, 21. yüzyılın en önemli sorunu ‘kitle imha silahları’ değildir. İnsanlığın kendisini imha yeteneği vardır ve bu imha ‘hızlı artan nüfusla’ olacaktır.

Bu yüzyılda hızla artan nüfus daha çok tüketerek ve kirleterek kendi sonunu hazırlayacaktır.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNPF) raporlarıda bu görüşleri destekler niteliktedir. Geçtiğimiz 70 yıl boyunca dünya nüfusu 3 kat artmış, 2 milyar seviyesinden 6.7 milyara ulaşmış; yıllık 77 milyon ilave nüfus ile 2050 yılında 9.6 milyar düzeyine gelmesi beklenmektedir.

Yine aynı rapora göre, az gelişmiş 49 ülke, vatandaşları için temel ihtiyaçları karşılayamaz durumdadır. 2007 tahminlerine göre 883 milyon olan açlık seviyesindeki insan sayısı 2050 yılında 2.02 milyara yükselecektir.

Raporun en ilginç bölümü, ileri sanayi ülkeleri ile açlık çeken ülkeler arasındaki büyük tüketim uçurumudur. Dünya nüfusunun %20’sini oluşturan en üst gruptaki (zengin) ülkeler dünya toplam tüketiminin %91’ini gerçekleştirmektedir.

Bu sonuca göre, ekoloji bilimi fakirlerden çok zenginlere hitap etmeli, Kyoto’nun gerçek muhatabı sanayileşmiş ülkeler olmalıdır (Dünya tüketiminin tek başına %7’sini, toplam gaz emisyonunun %4’ünü gerçekleştiren ABD protokolü imzalamış fakat uygulanmasını durdurmuştur. Kyoto ile ilgili tüm ülke listesini görmek için http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Kyoto_Protocol_signatories#Not_signed_and_not_ratified).

Birleşmiş Milletler raporuna göre, az gelişmiş ülkeler, nüfus artışının ‘su kıtlığı’ etkisini en fazla hissedecek ülke grubu olmaktadır. Mevcut durumda, dünyada 674 milyon kişi ‘su kıtlığı’ tehdidi altında yaşarken, 2050 yılında bu rakamın 3 milyarı geçeceği beklenmektedir. Özellikle dikkat edilmesi gereken bölgeler, toprak altı su seviyesini ölçen (su tabloları) her yıl 1 metreden daha fazla düşen Çin, Latin Amerika ve Afrika ülkeleridir.

Stanford Üniversitesi’nden Donella H. Meadows ise esas tehlikenin (ilk tehlikenin) yiyecek kıtlığı olacağını öngörmektedir. Meadows’a göre, önümüzdeki 20 yıl içerisinde dünya nüfusunun yarıdan fazlası yetersiz beslenme problemi ile karşı karşıya kalacak, 25 sene sonra ise fakir ülkelerde yemek için iç savaş çıkacaktır. Meadows, artan nüfusu besleyecek yiyecek temini için dünya gıda üretiminin her on beş yılda bir, iki katına çıkması gerektiğini öne sürmektedir.

Eğer Meadows haklı çıkarsa, kıt kaynakların (arazi kıtlığı, üretim girdileri ve enerji kısıtının) istenen üretim artışının gerçekleşmesine engel olacağı, sonuçta kanlı savaşların yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuracağını bekleyebiliriz.

Çıkmaz sokak

Robert Salmon, bu çıkmazın (kıt kaynak kıt yiyecek çıkmazının) bir sarmal ortaya çıkaracağını ve sonuçta dünya ekolojik dengesinin daha çok bozulacağına inanmaktadır. Salmon, artan nüfusu beslemek için kıt arazilerin daha ileri teknoloji ile birlikte ortaya çıkacak yeni gübre, zirai ilaçlar ve tohumlarla birlikte kullanılacağını, artan kimyasalların sonuçta ekolojik dengeye daha çok zarar vereceğini öne sürmektedir.

Hem BM raporu hem de Columbia Üniversitesi araştırmaları, fakirliği ve gelecekteki karamsar tabloyu önlemek için dünya nüfus artışının hızla ve radikal olarak düşürülmesini tavsiye etmektedirler.

Neo-Malthusçuların bu kez haklı çıkmasını önlemenin yolu yavaş artan (sürdürülebilir) nüfus artışı ile hızı kesilen tüketimdir.

İyimserler ne diyor?

Haliyle, bu görüşler ispatlanmamış teoriler ve öngörülerdir. Aynı ‘küresel ısınma’ konusunda olduğu gibi ‘varlığının ispatı’ gerçekleşmesine bağlıdır. Bu durumda da bu görüşe karşı çıkan başka ekolojistler ve iktisatçılar mevcuttur (Tartışma için Dominic Lawson’un Jeffrey Sachs is wrong once again: rising population isn't going to destroy the planet makalesi örnek olarak verilebilir).

Lawson gibi, bazı araştırmacılar, bio-teknolojik devrimlerin gıda kıtlığına çare olacağına ve Malthusçuların bir kez daha yanılacaklarına inanmaktadırlar.

Dünya nereye gider?

Bize göre, bir çeşit dilemma söz konudur. Artan nüfus ve tüketim, beraberinde artan ‘talebi’ getirmektedir. Talep artışı üretimi artırmakta, üretim artışı (ve dünya gelirinin global artışı) teknolojinin ilerlemesine sebep olmaktadır.

Teknolojik ilerleme ve üretim artışı ise beraberinde kaynakların ve gezegenin kirliliğine, eğer doğru ise ‘küresel ısınmaya’ yol açmaktadır.

Öte yandan, nüfus artış hızının durdurulması, (sürdürülebilir kalkınmaya) yetecek miktarda üretim ve tüketim seviyelerinin sağlanması, yeterli oranda artmayan dünya talebine, talep eksikliğine sebep olabilir.

Bu durumda da, talebin yetersiz olması, inovasyon ve teknolojik devrimlerin hızının kesilmesi ile sonuçlanabilir.

İşte karşımızdaki dilemma budur.

Gelişme hızı yüksek, gelir uçurumu büyümüş, kaynakları kirlenen ve tükenen (ortalama gelir seviyesi yüksek) bir dünya ile gelişme hızı ve teknolojik büyüme hızı yavaşlamış, tüketim seviyesi kontrol altına alınmış, açlık tehlikesi nispeten giderilmiş fakat ortalama gelir seviyesi daha düşük bir dünya...

Başka bir deyişle daha zengin, daha adaletsiz ve daha kirli (ama göreli olarak ulaşacağı seviyede) bir dünya ile daha az zengin, daha adaletli, daha az kirli (ama göreli olarak geri kalmış) bir dünya...

Seçimi yapacak olanlar gelişmiş ülkeler. Onların seçimi dünyaya bir şekil verecek. Ülkeler arası ihtilaflar ve çekişmeler aslında hiçbir zaman seçim yapılmayacağını, dünya iktisadi düzeninin (bir gizli elin) bizi 2050’de karşılaşacağımız ve yaşayacağımız tabloya doğru götüreceğini gösteriyor.

Belkide Keynes haklıdır

İktisat teorileri ile ilgilenenler bilirler, J. Maynard Keynes’in tüm analizleri kısa dönemlidir. Bugünden yarınadır... Uzun dönemli analizi yoktur. Bu durum, iktisatçının, klasik teorisyenler tarafından en çok eleştirilen yönüdür. Lord Keynes bu eleştirilere cevap verirken, ‘uzun dönemli analiz yapmıyorum, nasılsa uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız’ der ya...

Belki en iyisi 2050’yi unutmak, nasılsa o yıl çoğumuz ölmüş olacağız; açlık ve susuzluk başkalarının problemi olacak...